23 Ekim daha düne kadar küçük oğlumun doğum günüydü. Anneliği ikinci kez yaşadığım, sancılı, acılı ve gecikmeli bir doğum gerçekleşti 1989 yılında. Öyle ki doğum sonrası kesilecek bir göbek bağı bile kalmamıştı oğlumun çünkü gününü çok geçmişti ve sancı gelmesini beklemişti doktorumuz. O malum sancı gelmeyince de suni sancıyla ve bütün olasılıkların denendiği bir çabayla mucize eseri sağ salim doğmuştu oğlum, tam 30 yıl önce…

Anneliğin ne denli kutsal olduğunu ve ne kadar cefa kârlık istediğini iyi bilenlerdenim. Öyle ki kendi hayatını öteleyebilecek kadar ve kendini tam manasıyla adayabilecek kadar verimkâr da sayılırım söz konusu evlatsa şayet.

Kuşak farkı ve beraberin de de yenidünya olgusu, fikir ayrılıkları yaratsa da öncelikler konusunda, farklı düşüncelere, farklı bakış açılarına tahammül edebilmeyi de öğrenme vesilesi oluyordu diğer yandan. 

Bir anne olarak öğretme sorumluluğundan, bir öğrenci gibi öğrenme heyecanını da çocukları sayesinde yaşamış olmayı kıymetli buluyorum.

Kuşaktan kuşağa aktarabildiklerimizle oluşturduğumuz kimliğimiz, kişiliğimiz, bizi biz yapan değerlerin başında geliyor bana göre.

Bir anne olarak çocuklarına kendini adarken, öte yandan zaman ilerledikçe ve yaş kemale ermeye başladığında ise kendi annenizi de çocuğunuz yerine koyuveriyorsunuz, ta ki…

(Sanki anne olsan siz, çocuk olan ise anneniz. Üşümesin, yemeklerini yesin, ilaçlarını zamanında alsın üzülmesin istiyorsunuz, hele araya uzun mesafeler girmişse, uzak yerlerde yaşıyorsanız daha çok önemsiyorsunuz bütün bunları.)

Ta ki 23 Ekim 2019’a kadar…

Bundan altı yıl önce babamı kaybetmiştim, şu çağın en acımasız hastalığına kansere yenilmiştik. Çaresizliğin o acımasız girdabında debelenip durmuştuk aylarca.

Babalar evin direğidir evet, babalar kız çocuklarının kahramanlarıdır aynı zamanda ve babalar kız çocuklarının hayal kırıklıkları da olabilir mesela!

Ama anneler her zaman can simidi, her zaman sığınabileceğiniz limanınızdır sizin. Sorgusuz sualsiz annenizi kutsar ve kusursuz bulursunuz her zaman. O güçlü liman alabora olmadan önce ne kadar kıymetli, ne kadar değerliymiş bunu anlayamasanız da vaktinde, günün birinde aniden, en ağır tokadını atan zaman, çırılçıplak bırakıverir sizi ve çaresizliğin ta kendisiyle tanıştırıverir.

Mesafeler bir anda kalkar ortadan ve kanadı kırık kuşun can yanışıyla uçuverirsiniz son nefesine yetişebilmek için. O saatlerin arasında küçücük duran dakikaların ne denli uzun olduğunu öğretir anneniz son nefesinde size.

Anne değil mi, ölümünde bile bilmediğiniz ne kaldıysa yaşama ve ölüme dair, illa ki öğretecek, illa ki çocuklarında acıyı nasıl göğüsleyebileceklerini ve acıtmamak gerektiğini öğretecek.

(Öğretti de, her şey bir günün içinde oldu bitti.)

Öğrenmiştik oysa babamızdan ama yeterli değilmiş, anne acısı demek, anne yokluğu demek, ağlarken içine sakladığı keder kadar, gülümsemede ekiyormuş insanın içine usul usul. Hayata dönmeyi, devam eden yaşama tutunmak gerektiğini öğretiyor yine usul usul.

Acının bir değil birçok tarifi var. Dibe vurduğunuz her yerden, her şeyden, her duygudan çıkabilmeyi öğreten size yine de zamansız acılar oluyor.

23 Ekim 2019 annemi sonsuzluğa uğurladığımız gün. Yıllar önce oğlumu kucağıma aldığım gün, annemi toprağa verdiğim yine aynı gün.

Göbek bağları kendiliğinden de kesilebiliyormuş, yıllar sonra da olsa kaderin acımasızlığında öğreniyor insan.

Kendimi aptal gibi ve yoksul gibi hissediyor olmak, öte yandan doğan her yeni güne sarılıyor olmak, bu oyunun bu düzenin kuralı. Ölüm tarifi yapılamayan bir acı elbette yaşamak ise bir aldanış. İkisi arasında sıkışmış olmak ise zavallılık… 

Anneme özlemle…