Bundan tam 50 yıl önce Kozlu’da ZMİS (Zonguldak Maden İşçileri Sendikası) na karşı başlatılan ve nedeni “maden işçilerinin kandırıldığı” şeklindeki gelişmeler olan işçi ayaklanması 7 bin işçi ile başlayıp 20 bin işçinin katılmasıyla gelişen ve bir iki gün içinde havzanın tüm işçilerinin de katılımıyla 46 bin işçilik büyük bir isyana dönüşen dünya çapında bir karşı koyma haline gelmişti.
Ben, bu olayı ve öncesi 65 işçi olaylarını zamanın ve olayın şahitlerinden ve de önderlerinden rahmetli Ruşen Yaraş ile görüşmüş ve kaleme almıştım.
68 olaylarının 50. yılı nedeniyle o günleri tekrardan okurlarımın bilgilerine sunuyorum.
 
Ruşen YARAŞ; 1933’de Zonguldak’ta doğdu. Hem ülkenin, hem de Zonguldak’ın canlı tarihlerinden biri o. Ateşi ihaneti gören Ruşen Ağabey’ i Zonguldak’ lı olup da tanımayan yok gibidir.
Ruşen Ağabey ile uzun bir süredir yapmayı düşlediğimiz bu söyleşiyi;  07.Eylül. 2001’de tamamlayabildik. Söyleşinin videobant çözümleri ve redaksiyon çalışmaları biter bitmez bölümler halinde “Susma Gazetesi”’nin; 97-98-99-100’üncü sayılarında yayımlandı. 
Ruşen Ağabey ile ; TİP hareketini özetledik. Ünlü 1965 ve 68 olaylarını araladık. TİP’ liler disiplinsiz işçi hareketinin zarar vereceğini bile bile 65 ve 68 olaylarında daha az işçinin zarar görmesi uğruna kortejlerin ön saflarını tutmuşlardı. Ama yine olan bilinçli işçilere oldu. Sendikacılara açılan davalardan bir sonuç çıkmazken birçok TİP üyesi işlerini yitirdi.
Bir de bağımsız ve işçi sınıfının kendisini savunan gazetenin önemi büyüktü. Sadece Zonguldak’ta değil ülke çapında basının büyük bir bölümü besleme konumundaydı. Belki de sadece bu yüzden TİP ‘in çıkardığı “ Sömürüye Yumruk” gazetesi 500’le başladığı tirajını kısa bir süre sonra 2 binlere çıkarmıştı. İşçilerin aidatları ve okurlarının desteği ile yaşayan bu yayın organıyla tanışanlar bir daha onu bırakmamışlardı.   
 1968’de olanlar öncekine hem benziyor, hem benzemiyordu. İşçilerin içine sızması muhtemel provakötürlerin yaratacağı tahribatı önleyebilmek için TİP’ liler aralara dağıldılar. Ama yine olan oldu. Gözaltılar, tutuklamalar, mahkemeler birbirini izledi. Bir de işten atmalar.
Birçok teklifler getirdiler ona. Yeter ki onlardan yana bir parça çark etmesi için. Ama ya gönül huzuru?
İşte bu noktada açık ve netti Ruşen Yaraş... Gönül huzurunu seçip gerekeni yaptı...ne inandıklarından ne arkadaşlarından vazgeçmedi,yalpalamadı, “acaba”lara takılmadı, net görüş açısını değiştirmedi.
Ruşen Yaraş, köprü altından geçen onca suya rağmen yine 1965 ve 1968 işçilerinin bildiği gibi. Düşman da, dost da öyle biliyor. Ve tüm Zonguldaklılar ve” eski dostlar”(!) gibi...
             
Ruşen Yaraş Anlatıyor
 
1965 İşçi olayları:
2 Dünya harbi sonucunda hükümet tarafından yasal sendikal haklar benimsendi. Yani savaş sonucu işçiye sendikal haklar tanındı. Aslında savaşın ilk başlarında Faşistler zafer kazandıkça bizdeki tek parti diktatörleri Halka daha çok baskı yapmaya başladılar. Bu ülkede “ Hitler” ci görüşü savunan ırkçılar çoğaldı. Hatta etnik guruplara karşı tavır koyanlarda oldu. İşte, Lazca, Kürtçe, Çerkezce konuşamazsın diyenlerde çoğaldı. Ama bunlara karşı duranlarda vardı. Onlarda; “hayır biz hep beraber bir ulus’uz. Evet, farklı kültürlerimiz var amma hepimizin çocukları aynı ordu içinde askerlik yapıyorlar” derlerdi. Ne zamanki Faşist sürüler yavaş yavaş bozguna uğratılmaya başlandı bu sefer başka havalar olmaya başladı. İşte ABD, Fransa savaşı kazanıyor bu sefer ülkeyi yönetenlerde bir yumuşama oluyordu. Tabi bu isteyerek değil, dıştan gelen baskı da var. Haliyle sonuçta savaş bitmiş, Faşizm inine gömülmüş, Bir çok Avrupa ülkesinde sosyal demokratlar ve sosyalistler ortak hükümet kurmuşlar sen hala içeride tek parti diktatörlüğünü yürütmeye çalışıyorsun. Tabii bu yürümez. Diretirsen kabul etmezler yaşadığın dünyadan dışlanırsın. Bunlarda ister istemez içeride çok partili dönemi başlattılar. Ama isteyerek değil. Dış dünyanın baskısı ve içeride gelişen toplumsal baskı sonucu. Peki, ne yaptılar? İçeride demokrasi havası yaratmak için kendi içlerinden çıkan adamlarla güya demokrasiyi kurmaya çalıştılar. Bu herkesin beklediği gerçek bir demokrasi değildi ama gerçek bir işçi sınıfı muhalefetine yaşam hakkı bile tanınmayan bir ülkede bu bir kazanım olarak kabul gördü. Çünkü insanlar en azından bir parti olumsuz bir şey yapıyorsa ona tavır koyup öbür partiye geçmeyi öğreniyordu. Tabii fazla ileri gidenlerinde burnu kırılıyordu.
Tüm bu birikimlerin de etkisiyle TİP’ in ülke genelinde işçi ve emekçileri kendine çekmesi ülkeyi yönetenleri telaşa düşürmüştü.  İşte partinin gücünün yükseldiği böylesi bir dönemde 1965 maden işçileri hareketi başladı. Olaylar bizim irademiz dışında başlamıştı. İşin aslına bakılırsa hem TİP, hem de Mehmet Alpdündar’ ın başkanlığını yaptığı ” Türkiye Maden İşçileri Sendikası” işçiler arasında bayağı güç kazanmıştı. Önceden de belirttiğim gibi biz Zonguldak’ta, Türkiye Maden İşçileri Sendikasını ilk kurduğumuz aylarda Kemal Türkler’i de Zonguldak’a çağırıp bir miting yaptıydık. Orada bulunan arkadaşlardan biri kürsüye çıkıp; “ öyle bir sendika istiyorum ki, bana üniversiteden öğretim görevlisi getirsin. Beni ekonomik, politik, kültürel açıdan bilimin her dalında eğitsin. Biz işçiler sadece üretmekle sınırlı kalmayalım. Aynı zamanda eğitilelim. Burada ben biliyorum demekle yetinmemeli. Kişilerin tek başlarına bir şey öğrenmeleri sınırlıdır.” Dedi ve tabi çok ta alkış aldı.      Tabii bu arkadaş haklıydı. İşçiler üniversitelerde okumadı diye “buralardan bir şey öğrenemez“ anlamına gelmemelidir.
Bir avukat vardı. İstanbul’dan Zonguldak’a bize eğitim vermeye gelirdi. Ben “Tarihi Materyalizmi” Ahmet Naim den de dinlemiştim. Ama o zamanlar pek kavrayamamıştım. Tarihi ve diyalektik materyalizm konusunda bu avukatın çok güzel bilgisi vardı. Ve ondan çok şeyler öğrendim. Çünkü bu iki konu olmadan Sosyalizm öğrenilemezdi. Yani iyi eğitilen işçi iyi üretir ve düşünür. İşte böyle bir sınıf kitlesi ortaya çıkarmak için bu günde işçilerin böyle şeylere olan ihtiyacı devam etmektedir. Ama şimdiki sendika yöneticilerine bakıyoruz tam tersi. Demek ki işçilerin bilim alanında düşünsel bir şeyler öğrenmelerini kendi içlerindekiler de dahil kimse istemiyor. İşçilerin bir şeyler öğrenmesinden herkes korkuyor. “ bu işçiler bir şeyler öğrenirlerse yarın hesabını sorarlar” diye ülkeyi yönetenlerin tümü tabi sendikacılarda dahil herkes işçilerin bir şeyler öğrenmesinden korkuyor. Neyse biz konumuza geri dönelim. Evet sadece liyakat zammı sorunu değil, ortada pek çok sorun vardı. Eğer 1965 olayları biraz daha geç olsaydı işçi lehine daha da olumlu gelişmeler olabilirdi ama ne yazık ki her şey erken başladı veya birileri tarafından bizim irademiz dışında başlatıldı.
Maden işçisi bir kere meydanlara çıkarsa kimseyi dinlemez. Şehrin Valisi işçilerin sakinleştirilmesi için partiden ve sendikadan yardım istedi. Bizler işçi sınıfı bilimine inanmış kişiler olarak örgütsüz hareketlerin sınıfa zarar verebileceğini biliyorduk ve Valinin bu teklifini kabul edip Mehmet Alpdündar’ la ben Kozlu’ ya, Hüsamettin Karadon’ a, Yavuz Ünal da Üzülmez’e kendi bölgelerine gittiler. Alpdündar orada bir konuşma yaptı. Konuşmasında ortada bir problem olduğunu ama bunun çözümünün bu şekilde olmamasını söyledi. İşçiler evet veya hayır demediler, oradan ayrıldık... İşçiler direnişe devam ediyor...  Bizden bir gün sonra da Kozlu’ da askerler iki işçiyi vuruyor... Oradaki arkadaşların bize sonradan anlattığına göre işçiler, askerin “dağılın” ihtarına uymamış ve askeri kovalamaya başlamış. Bunun üzerine komutan geriye dönerek askere ateş emrini veriyor ama asker silahını doğrultunca işçiler hemen kendi aralarında birbirlerine yere yatılmasını bağırıyorlar... Bu vurulan iki işçi,  Mehmet Çavdar ve Satılmış Tepe, arkalarda bir yerlerde kenarda duranlar... Zaten asker kendi korkusundan rasgele ateş açmış. İşte o olaylardan sonra Mehmet Alpdündar ve yüzlerce işçi gözaltına alındı ve çoğu yargılanıp beraat etti veya davalar düştü. 1965 olaylarıyla ilgili olarak partiye de dava açtılar ama somut bir delil bulamadılar ve parti yönetiminden kimseyi tutuklamadılar ama çoğu partili olan “Maden İşçileri Sendikası” üyesi işçilerin işlerine son verildi.
 
1968 işçi olayları ve “ Sömürüye Yumruk” gazetesi:
1965 olaylarında iki şehit veren maden işçilerinde çok önemli gelişmeler oldu. İki şehit vermişti ama o zamana kadar yoksun olduğu hakları, az da olsa elde ettiği için kendine olan güveni de artmıştı.
Eskiden partinin önünden geçmeye korkanlar partiye üye olmak için kuyruklar oluşturmaya başladı. Tabi bundan yine ülkeyi yönetenler yani sömürücü sınıflar rahatsız olmaya başladı. İlk önceleri işçilere ve köylülere, parti binası önündeki panolara astığımız ve işyerlerinde dağıttığımız bildirilerle ulaşmaya çalışıyorduk ama bildiriler yetersiz kalıyordu. İşçilere sömürüyü anlatan ve işçilerin sorunlarını dile getiren bir gazeteye ihtiyaç vardı.
Sadece Zonguldak’ ta değil ülke genelinde basının çoğu besleme basındır. Doğrudan işçilerin, ezilenlerin sömürülenlerin sorunlarını dile getiren ve bu sorunların çözümüne yönelik bilgiler veren bir işçi gazetesi yoktu. Bir gün Ahmet Hamdi Dinler, ben, Yavuz Ünal, Hüsamettin Güven ve bazı arkadaşlar bu konuyu kendi aramızda kararlaştırdık. Sıra gazetenin adına gelmişti. Gazetenin adını bana bıraktılar. Ben de hiç düşünmeden adı ” Sömürüye Yumruk “ olsun dedim. Arkadaşlar bu ismi kabul etti ve gazetenin ilk sayısı 4 Ekim 1967 yılında 500 adet basıldı.
İlk aylarda gazetenin dağıtımını yönetim kurulunda bulunan bizler, Kilimli, Karadon, Gelik, Üzülmez, Asma, Kandilli, Kozlu gibi işçinin yoğun olduğu baca ağzı önlerinde, kahvelerde satmaya, dağıtmaya başladık. Mesai saatlerine denk gelecek şekilde her gün bir yere gidiyorduk. Eğer Karadon’ a gideceksek işçi ocaktan çıkmadan evvel ona yetişmek için sabahları saat 4’de, 5’de Zonguldak’ tan yaya olarak yola çıkardık. Çünkü o zamanlar bölgelere sık olarak araç yoktu. Sonraları bu işi bölgelerdeki partili arkadaşlar yapmaya başladı, ama bu sefer de işçinin uyanmasından rahatsız olan kesim, gazete dağıtımı yapan arkadaşlarımızın üzerine sarhoşları, berduşları gönderip gazetenin dağıtımını engellemeye çalışıyorlardı. Biz bu haberi aldığımız bölgeye hemen 10- 15 arkadaş birden gider, gazeteyi dağıtırdık ve oradaki arkadaşımızın yalnız olmadığını gösterirdik.
Gazeteden rahatsız olan bu çevreler de, bu sefer kendi adamları vasıtasıyla gazetelerin parasını vererek toptan satın alıp imha etmeye başladılar. Bunun da önüne geçtik ama bu sefer de gazeteyi Zonguldak’ ta bastıracak matbaa bulamadık. Matbaa sahipleri korkutulmuş veya satın alınmışlar. Biz de bu sefer gazeteyi Ereğli’ de bastırmaya karar verdik. Bu işi Ereğli’ den iki avukat arkadaş üstlendi. Her geçen sayıda gazetenin tirajı artıyordu. İlk önce 500 olan sayı sonradan 1000 oldu. Bu sayı sonraları 2000’ e kadar çıktı.  Bu dönemlerde partinin üye sayısında da büyük bir artış vardı.
Evli, çoluk çocuk sahibi olan parti yöneticileri dahil birçok partili gerektiğinde çoğu zaman evlerine bile gitmiyorlar sürekli koşturuyorlardı. Bu işleri yaparken yani işçilerin olduğu bölgelere giderken çoğu zaman koltuğumuzun altına aldığımız kuru ekmeği yer, onunla açlığımızı bastırırdık. Çünkü para bulduğumuzda sağa sola gitmek için araçlara verirdik.
İşte partinin Zonguldak’ ta çok güçlü olduğu böylesi bir dönemde yani 1968’ de maden işçileri tekrar ayaklandılar. Bu seferki 1965 olaylarına da benzemiyordu. Grev partinin iradesi dışında başladı ama ön tarafta hep partili arkadaşlar var. Bu partili arkadaşlarla hemen “Maden-İş Sendikası”nda toplanıp irademiz dışı gelişen bu olayda ne yapmamız gerektiğini tartışmaya başladık. Zaten biz başından beri işçi sınıfının, kırıp dökmeden kendi haklarını nasıl alacağını işçilere anlatırdık. Bu toplantıda; grevin irademiz dışında başlamasına rağmen işçi sınıfı sosyalistleri olarak bizler sınıfın önünde yerlerimizi alarak en azından başıboş olan bu kitleyi disipline eder ve olayı az zayiatla atlatabileceğimizi tartıştık. Bu anlayışla alınan karar sonunda tüm partili arkadaşlar kendi bölgelerine dağılıp başıboş ve düzensiz, disiplinsiz hareket eden kitlenin içinde yerini aldı.
İşçilerin bu çıkışı düzensiz ve disiplinsiz olabilirdi ama kimse de onlara “ geriye işinizin başına dönün “ diyemezdi çünkü ezer geçerlerdi.  Bu şekilde Asma, Kozlu ve diğer bölgelerden sel gibi şehir merkezine girip polis barikatını yararak yürümeye başlayan grubun içine dağıldık, bizim amacımız dağınıklığı kontrol etmek. Tabii bu arada işçiler greve katılmayan, çalışmaya devam eden arkadaşlarını da sopalarla döverek önlerine katıyorlar. Yani Dilaver’ den yürüyüşe geçen işçi Asma’ ya geldiğinde atölyelerde veya çalışan kuyuda bulduğu işçiyi “ kendi hakkını kendin koru “ diyerek yürüyüşe çağırıyor, katılmayanı dövüyordu yani bu şekilde Dilaver’ den yola çıkan bin işçi Asma, Üzülmez, Ambarlar, Merkez garajı ve atölyesi işçileri dahil şehir merkezine gelene kadar 4- 5 bin kişi oluyorlar. İşçilerin kendi aralarında uyguladığı bu şiddetin doğru veya yanlışlığıyla ilgili olarak bugün bile bir yorum yapmak istemiyorum. Buna ileride tarih karar verecektir.  
Kortej yürüyüşlerinde Hüsamettin, Yavuz, ben ve merkez atölyesinden Ali Osman Karalı görevliydik. Ben ve bazı arkadaşlar hükümet binası önünde birer konuşma yaptıktan sonra içlerindeki provokatörlerin işçiyi amacından saptırmasın diye ve işçiler biraz sakinleşsin diyerek ön saflara geçip Fener semtine yürüdük. Orada birkaç tur attıktan sonra tekrar kent merkezine döndüğümüzde bu sefer oraya daha çok polis yığıldığını gördük ve ili yönetenlere “ buraya bu kadar polis yığmayın, işçi korkudan paniklerse saldırganlaşır “ dedik kimseye dinletemedik... İşçiler hükümet binası camından bakan Valiyi konuşma yapması için dışarıya çağırdı. O bağırtıyı duyan vali camları kapatıp geri çekildi. İşte o anda nasıl olduysa işçilerin bir kısmı Osman İpekçi’ nin başkanı olduğu, 1946 da kurulan ve halen yetkili olan ZMİS “Zonguldak Maden İşçileri Sendikası” binasını bastı ve camlar kapılar kırılmaya başladı. Toplum polisleri saldırmaya başlayınca da işçiler ilk önce polise karşılık verdi. Polis bu saldırıya göz yaşartıcı sis bombalarıyla karşılık verince işçi geri çekilmeye başladı.
Olaylar sonrası başta “Türkiye Maden İş “Başkanı Mehmet Alpdündar,  yine parti yönetiminden Yavuz Ünal, Hüsamettin Güven, ben,  Yusuf Çebi, Üzülmez bölgesinden tesviyeci Musa, yine Üzülmez’ den ocak tulumbacısı Hakkı, 150’ den fazla partili ve Türkiye Maden İş üyesi işçi tutuklanıp İncivez cezaevine götürüldük.
Parti hakkında ve bizim hakkımızda davalar açıldı.  9 ay filan tutuklu kaldık. Bu 9 ay içinde 3 defa mahkemeye çıkarıldık. İşçiyi kışkırtmakla suçlandık. Bu davalar sonucu da 100’ den fazla işçi işinden atıldı. Tabi bizim hakkımızda davacı olan ZMİS yönetimi” bu Türkiye Maden İş’li ler benim sendikamı tahrip etti “diyorlar. Ve bizden de o zamanın parası 150 milyon TL tazminat talep ediyorlar. İşin ilginç olan yanı ise davaya bizi savunmaya giren avukatlar işte Behiç Sonbay’ ların filan bize tavır koymaları. İşte o savunmalardan birinde söz istedim ve;” bu genel başkan Osman İpekçi benim sendikamı bunlar tahrip etmişlerdir diyor. Halbuki bizler yani bilinçli sosyalistler bu ülkenin bir camını bile kırmayız. Bizlerin hedefi bilinçli insanlar olarak, cam üretimini artırmak, üretilen camı pazarlamak, işçimize daha güzel yaşam sağlamaktır. Bizim ideolojimizde talan ve tahribat yoktur. Biz ülkeyi sömüren ve sömürtenlerle savaşıyoruz, onlarda bizi yok etmek için bu tür yalanlara başvuruyorlar” dedim. Tabii ben tahliye filan istemedim. İstesem ne değişecek ki. Mahkeme onların mahkemesi.
 
Son sözleri
Yaşamımda rahat etmem için birçok çevre bana birçok olanak teklif etti ama ben bunların tümüne “ Ben ülkemin, halkımın güzel günler görmesi için acı çekmek istiyorum. Bu da benim anlayışım. Sizler de, ülkeyi yönetenlerin sizlere sağladığı iş, ev, para, mevkii vb. olanaklarından faydalanabilirsiniz, bu da sizin anlayışınız “ diyerek bana sunulanları reddettim ve şu anda bu huzurla yaşıyorum... Sizlere,   Şair Rüştü Onur’dan bir dize okuyarak ve yaptığınız söyleşiyle bana yaşamımdaki en güzel onurlardan birini verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Sen aziz şehrim
Uykusuz yaşadığımı bilmelisin
Bütün işçilerin
Saçak altlarında uyuduğu bir saatte
Ben mızıka çalarak geçiyorum sokaktan
Sen aziz şehrim
Ellerim gözlerim kadar benimsin...