Hep şanlı tarihimizden bahsetmek hoşumuza gidiyor da rezaletleri duymayı sevmiyoruz. Bu yüzden tarihçilerimiz ve yazarlarımız bu tip kötü olayları ya hiç yazmıyorlar ya da işlerine geldiği gibi değiştirerek yazıyorlar. Bu yüzden halkımız ya bu olaylar hakkında hiç bir şey bilmiyor veya yanlış biliyor. Halbuki gerçekleri bilmek herkesin hakkı olduğu gibi bu olaylardan ders çıkarmak için gerçekleri yazmak gereklidir de. Nitekim 6 - 7 Eylül olayları da bizim için önemli bir ders niteliğindedir. Çünkü bizi dünyaya rezil ettiği gibi; ayrıca genç Cumhuriyet'in gelişme ve kalkınma hızını sekteye uğratarak ekonomimize ve sosyal - kültürel hayatımıza da büyük zararlar vermiştir.
   6 - 7 Eylül olaylarının verdiği zararlara geçmeden önce bu olayları tekrar hatırlayalım.
   Bu toprakların gördüğü en büyük utancı yaşatan bu olaylar 1955 yılının 6 - 7 Eylül tarihinde yaşanmıştır; ve  Londra'da Kıbrıs görüşmelerinin devam ettiği zamana denk gelmiştir. Daha doğrusu getirilmiştir!
   Olayların nedenlerini ve alt yapısını kısaca şöyle özetleyebiliriz.
   Grivas önderliğindeki EOKA, Kıbrıs'ta yaşayan İngiliz ve Türklere karşı terör saldırılarına başlamış; saldırılar kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuştu. Bu sırada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ı konuyu görüşmek üzere Londra'da toplanan üçlü bir konferansa davet etmişti. Konferans 29 Ağustos'ta başlamış ve Dış İşleri Bakanı Türkiyeyi temsilen bu konferansa katılmıştı. Zamanın Demokrat Parti Hükumeti bu konferansta elini güçlendirmek amacıyla, kamuoyu hassasiyetini ve tepkisini arkasına alabileceğini düşünerek; birtakım derneklerle birlikte toplumsal olaylar yaratmak için tertiplediği bir senaryoyu hayata geçirmiştir. Bu senaryonun bir amacı da Kıbrıs bahane edilerek azınlıkları temizlemek ve bu suretle sermayenin el değiştirmesini sağlamaktı. Bunun ekonomik açıdan zor durumdaki iktidara  ekonomik katkı sağlayacağı da hesap ediliyordu. 
   Ama hükumet bu senaryoyu iyi yönetemediği için ipin ucunu kaçırmış ve kontrol edemediği olaylara sebep olmuştur.
   Bu senaryoya göre; Ata'nın Selanik'teki evi ile aynı bahçede bulunan Türk Konsolosluğu görevlisi Hasan Uçar'a ''bahçeye bir bomba atması'' talimatı verilir. Atılan bomba sadece Ata'nın evinin camlarını kırar. Ama devlet radyosundan ve yandaş basından ''Ata'nın Selanik'teki evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı'' haberi verilir. Bunun üzerine zaten hazır bekleyen kitleler harekete geçer. Bir anda bu kitlelere milli duyguları tahrik edilen on binlerce kişi katılır.
   Başta Taksim ve Beyoğlu'nda sokaklara dökülen binlerce kişi ellerinde kazma, balta ve sopalarla Müslüman olmayan azınlıklara ait ev, iş yerlerini yakıp yıkmış, tecavüz ve darp olayları yaşanmıştır. 
   İki gün süren bu olaylarda Türk basınına göre 11, Yunan basınına göre 15 kişi hayatını kaybetmiştir.
   Resmi rakamlara göre 4.214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır ve 26 okul ile aralarında fabrika, otel gibi 5.317 yer ağır derecede tahrip edilmiştir.
   Sadece Rumların değil, Ermeni, Yahudi ve Müslüman olmuş Beyaz Rusların ev ve iş yerleri de yakılıp yıkılmıştır. Bu da göstermektedir ki bu sadece bir Kıbrıs tepkisi değil; etnik temizliktir.
  Hükumet, çığırından çıkan ve kontrol edilemeyen bu olayların sorumluluğunu, her zamanki gibi, komünistlerin üzerine atmış ve başta Aziz Nesin olmak üzere zamanın tanınmış solcularını tutuklatarak bu işten sıyrılmaya çalışmıştır.
   Peki, etnik temizlik yaptık da ne oldu? Benim esas anlatmak istediğim de zaten bu!
   Bu soruya daha iyi cevap verebilmek için önce işe Osmanlılar'dan başlamak lazım.
   Eski okuyucularım bilirler; ben Osmanlıları atalarımız olarak kabul etmiyorum. Zira,Ahmet, Mehmet veya Osman gibi Arapça isimler kullandıkları için Türk sandığımız Osmanlılar Türkleri hep aşağılamışlar ve 600 sene boyunca ezmişlerdir. Kurdukları kast sisteminde Türkler hep en aşağı tabakada yer almıştır. 
   Bu konuyu daha çok uzatmak istemiyorum. Ama Osmanlıların Türkleri nasıl gördükleri ve Türklerle ilgili neler dedikleri konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyenler benim 30 Ağustos 2016 tarihli ve ''Üçüncü Boğaz Köprüsü Ve Yavuz Sultan Selim'' başlıklı yazımı gazetenin internet sayfasından okuyabilirler.
   Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi zamanında devletin toplam nüfusu 300.000 kişi kadardı. Selçuklu Devletinin en batıdaki beyliği olduğu için de Rumlarla komşu idiler. Dolayısı ile gerek ufak tefek fetihlerle gerekse akrabalıklar kurmak sureti ile içlerine Rumlar da karışmıştır. Devlet kurulup genişlemeye başladıktan sonra, göreceli olarak Türk nüfus azalmaya Rum nüfus ise artmaya başlamıştır. 
   Fatih Sultan Mehmet 1453'te Bizans İmparatorluğunu yıktıktan sonra, ezber bozuyorum ama, Doğu Roma İmparatoru olmuştur. Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için bunu biraz açmam lazım.
   Bilindiği gibi, Doğu Roma İmparatorluğunun bir adı da ''Bizans İmparatorluğu''dur. ''Rum'' adı da Doğu Romalı anlamında kullanılmaktadır. Çoğumuzun sandığı gibi Rum, Yunanlı demek değildir. Fatih Bizans İmparatorluğuna son verdikten sonra kiliselere dokunmamış; halkın diline ve dinine karışmamıştır. Dikkat edilirse, bu durum daha önceki ve daha sonraki padişahlar zamanında da aynı olmuştur. Osmanlılar fethettikleri topraklardaki insanların dillerine ve dinlerine karışmamışlar: yani asimilasyon politikası gütmemişlerdir. Zaten bu yüzden de zayıflamaya başlayınca dağılmışlardır.
   Bu arada, İstanbul'un fethinden hemen sonra Fatih'in bir Türk olan başarılı sadrazam Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirdiğini ve Bizans'ın son imparatoru Konstantin'in yeğenini, adını Mesih Paşa olarak değiştirip sadrazam yaptığını da bir kenara not edelim. Diğer bir not da, Bizans'ın fethi sırasında Osmanlı ordusu içinde Rumların da bulunduğu ve Bizanslılar tarafında da Şehzade Orhan'ın olduğu olsun. 
   Fetih sırasında Bizans topraklarının tamamı bizim Çankaya kadar bile yoktu. Nüfusu ise ancak 50.000 kişi kadardı. Demek istediğim; Bizans İmparatorluğu daha önceden zaten fethedilmişti sayılır. Ve Rumların büyük çoğunluğu bu suretle daha önceden Osmanlı vatandaşı olmuştu bile!
   Tüm yukarıda anlattıklarıma ve notlarıma ilaveten Doğu Roma İmparatorluğu haritası ile Osmanlı İmparatorluğu haritalarını karşılaştırın. Aşağı yukarı aynı olduğunu göreceksiniz. Yani, Türkler hariç, aynı milletler topluluğu, aynı diller, aynı dinler ve aynı politikalar!
   Şimdi ''Osmanlı İmparatorluğu aslında bir Doğu Roma İmparatorluğudur'' demekte haksız mıyım? Hala ''Osmanlılar Türktür'' diyen varsa; kendisinin veya çevresindeki Türk kökenli birinin Osmanlılarla bir akrabalığı olmuş mu ona bir baksın! Birde Padişah annelerinin milliyetine baksın!
   Amacım tabii ki Osmanlıları kötülemek değil. Belki zamanın şartları öyle gerektiriyordu. Elbetteki iyi şeyler de yapmışlardır. Örneğin, özellikle Fatih'den itibaren bir çok ırktan, dilden ve dinden insanın bir arada yaşama kültürünü sağlamışlardır.
   Yüzlerce yıl başarı ile sürdürülen bu kültür ilk darbeyi 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri sırasında almıştır. Görüşmelerin sürdüğü sırada, Yunan tarafı ''nüfus mübadelesi'' konusunu ortaya sürmüştür. Diğer devletlerin de dayatması sonucu Türk tarafı, 30 Ocak 1923 tarihinde, Lozan Barış Antlaşması kapsamında hazırlanan ''Türk - Yunan Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol''ünü imzalamak zorunda kalmıştır.
   Sadece İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada'da yaşayan Rumlar ve Batı Trakya'da yaşayan Türkler bu sözleşme ve protokolden hariç tutulmuştur.
   Bu mübadele sonucunda 1.500.000 Rum Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmiştir. Buna karşı 500.000 Türk de Yunanistan'dan Anadolu'ya getirilmiştir.
   Bu mübadelede dikkat edilecek birinci husus: Göçmenlerin etnik kökenleri veya dilleri değil; dinleri esas alınmıştır. Gidenlerin içinde Rumca bilmeyenler olduğu gibi gelenlerin içinde de Türkçe bilmeyenler vardı.
   Ama bizim için asıl önemli olan ikinci husustur: Bildiğiniz gibi, Osmanlılar zamanında Türklerin misyonu sadece ilkel usullerle çiftçilik ve çobanlıktı. Ha bir de Padişaha asker yetiştirmek idi tabii ki! Rumlar ise sanat ve ticaretle uğraştıkları gibi doktorluk, mühendislik gibi elit işlerle meşgul idiler. 
   Demek istediğimi anladınız! Giden nüfus şehirli, gelenler ise köylü idi. Zaten Yunanlılar da bu mübadeleyi bunun için istemişlerdi.. Onların düşüncesi Türkiye'deki nitelikli insanları kendi ülkelerine çekerek kendi ekonomilerini geliştirmek ve bizim ekonomimizi de zayıflatmak idi.
   İşte şimdi zurnanın zırt dediği yere geldik!
   6 - 7 Eylül olayları Lozan Antlaşmasına göre mübadeleden muaf tutulan İstanbul'daki bir avuç Rum'un da malını mülkünü bırakıp kaçmasına ve canını zor kurtarmasına sebep olmuştur. Bu arada Ermeniler, Yahudiler ve Beyaz Ruslar da bundan nasiplerini aldılar tabii ki.
   Halbuki kaçırılan bu insanlar Türkiye'de kalıp Türk vatandaşı olmuşlardı. Ve o tarihlerde henüz köylülükten tam kurtulamamış insanlarımıza bir nevi usta - çırak ilişkisi içinde meslek öğretiyorlardı. Zira o tarihlerde köylülükten başka mesleği olmayan insanlarımız zanaati, sanatı, sanayiyi ve ticareti bunlardan öğreniyordu. Örneğin, Anadolu'daki yeni bir iş adamı İstanbul'a gelip buradaki Rum'dan mal alıyor, iş öğreniyordu.
   Ayrıca kaçırılan bu insanlar genellikle sermaye sahibi oldukları için yatırımcı ve girişimci kesimi oluşturarak Türkiye'nin kalkınmasına önemli ölçüde katkı sağlıyorlardı.
   Sonuca geliyorum: Bu olaylar tabii ki tarihimizde kara bir leke oluşturduğu gibi bizi dünyaya rezil etmiştir. Ama bize verdiği esas zarar ekonomik ve sosyal açıdan olmuştur. Bize bir nevi öğretmenlik yapan ve yatırımları ile ekonomimizin lokomotifi konumundaki bu insanları kaybetmekle ekonomik gelişmemiz büyük bir darbe yemiş ve kalkınma hızımız düşmüştür. Eğer bu olaylar olmasaydı Türkiye'nin ekonomik açıdan bu gün olduğundan çok daha iyi konumda olacağına inanıyorum.
   Bir diğer kötü sonucun sosyal ve kültürel açıdan olduğunu söylemiştim. Kısa keseceğim: Eskiler bilir; İstanbul Beyoğlu'na gitmeyen insanlar kültürsüz ve kaba sayılırdı. Beyoğlu'na gitmek adeta köylülükten kurtulup şehirli olmanın şartı gibi görülürdü. 
   Neden acaba? Zira şehirli olmayı bize bu şehirliler öğretirdi de ondan tabii ki!
 
 
                                                                                                                                       Şerafettin Üstünkol