Bizim gazete bir alem doğrusu. “Fikir hürriyeti” adına yağmayı, talanı, kent suçlarını savunmak bile serbest sonuna kadar. Bu yeni tipteki gazetecilik formatının Halkın Sesi’nin “alamet-i farikası” sayıp mutlu olmaya devam ederdim belki, ama malum fena halde solculuk hastalığından mustaribim, bu yüzden sevinemiyorum bir türlü. Adnan Küçükvar’ın solu hedef alan mesnetsiz saldırılarına alışmıştım da, Memurlar Lokali müstecirinin tüm kentle dalga geçip, devlete meydan okuyarak diktiği çirkin yapıyı destansı bir kahramanlıkla savunan Sermet ağabeyin, yağmaya karşı çıkan insanları “Marjinal kalmaya mahkûm Ortodoks solcu” ilan etmesindeki illiyet bağını kurmaya çalışırken içim ezildi ne yazık ki...

 

Ortada tam bir kara mizah örneği vardı çünkü. Bu hesaba göre, hayatlarında solun s’sine meyletmemiş Ali Rıza Tığ ile Atilla Öksüz’ü en azılı militan saymak mümkündü pekâlâ. Öyle ya, oradaki talana bencileyin iflah olmaz bir solcudan daha çok onlar karşı çıkmıştı… Şimdilerde yüzüncü doğum yılını kutladığımız Orhan Veli’nin, “Açlıktan söz ediyorsun / Demek ki sen komünistsin / Demek bütün binaları yakan sensin / İstanbul’dakileri sen, Ankara’dakileri sen / Sen ne domuzsun sen” şeklindeki ölümsüz dizeleri düştü aklıma. Türk şiirinde çığır açan şairimin, 1940’larda yazdığı dizelerdeki politik sığlık, aradan seksen yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına karşın hiç gaz kesmeden sürüyordu demek ki…

 

SOLCULAR HEP SUÇLU MU?

Kimilerinin “vebalı” gibi kaçıp, “meczup” muamelesi yaptığı biz aşkiyaların suçu neydi ki bu kadar? Çoookkk. Tüm dünya insanlığının din, dil, ırk, sınıf farkı olmadan barış içinde yan yana yaşamasını savunduk en başta. Ta Aristonikos’tan, Spartaküs’ten bu yana, ekmeğin, aynı güneş altında yaşayan her insanca, eşit olarak bölüşülmesini istedik. Savaşsız sömürüsüz bir dünya hayali peşinde bir ömür boyu koşup durduk usanmadan. Egemenlerin herkesi tek tip kılmak için uyguladığı tüm faşizan uygulamalara karşı çıkıp milyarlarcasının içinde, bir insan tekinin bile farklılığıyla var olma hakkını korumaya çalışırken, “Yarin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” diyebilmek koşa koşa girdik zindanlara… Az şey mi bu?

 

Yetinmedik… Birileri önünde secde ederken, biz savaş açtık paranın padişahlığına… Hep mazlumun yanında yer aldık. Her türlü baskı ortamında, kaç kişi olduğumuza bakmadan, “kral çıplak” diye haykırma cesareti bulduk egemenlerin yüzüne… Yasaklara karşı, özgürlüklerin alanını genişletmek için çalışırken hakka hukuka da hep saygılı olduk. İç etmeyi, el koymayı, haram yemeyi külli yasak saydık kendimize. Böyle eğilim gösteren yol arkadaşlarımızı “düşkün” ilan edip saflarımızdan uzak tutmak ne kelime, ömrü billah yüzüne bile bakmadık… Ne güzel ki, kazanana oynayıp, güçlüyle kol kola girme gibi bir duygu hiç yer almadı yüreğimizde… Bu yüzden hayatta tutunamadı birçoğumuz, dövüldük, sövüldük, içerilere tıkıldık yıllarca. Ne kötü ki, açlığa mahkum oldu çocuklarımız…

 

Bitmedi… Dil, din, ırk ayrımı gözetmeden tüm insanların eşit olduğunu söylediğimiz için hep “vatan haini” ilan edildik bu ülkede… Görmediğimiz işkence, girmediğimiz hapis kalmadı. Ağzı salyalı kalabalıklar linç etmek için üzerimize yürürken bile korkmadan savunduk halkların kardeşliğini. Her dem emeğin yanında yer aldık… Kurulan her grev çadırı dost evimizdi bizim. Bu yüzden inadına inadına çıktık 1 Mayıs’larda alanlara. Yalnızca bayram kutladığı için 37 canın acımasızca katledildiği Taksim kutsal alanımız oldu. Aziz hatıralarına halel getirmemek, boşuna ölmediklerini hatırlatmak için copa, panzere, üzerimize yağan mermilere aldırmadan her 1 Mayıs’ta ısrarla çıktık Taksim’e… Emekçilere canı istediğinde alanları açıp, canı istediğinde kapayan ikiyüzlü siyasetle başımız hep dertte oldu…

 

BOĞAZ KÖPRÜSÜNE KARŞI ÇIKANLAR HAKSIZ MI?

Dahası var… Tarihimiz şan ile dolu bizim. Tarih bilgisi sıfırın da altındaki cahillerin yazdıklarının aksine 70’li yıllarda, “Boğaz’a değil Zap’a köprü” kampanyaları yaptık. Yetinmedik, aylar süren uğraşla bombalanarak yok edilmeye çalışılan köprüler kurduk Doğu’nun makus talihini üzerine. “Karayolunu bu şekilde özendirirseniz Boğaz’a köprü yapmaya yetiştiremeyeceğiniz gibi Türkiye’nin yarısını da İstanbul’a taşır, ülkeyi eşitsiz geliştirirsiniz” diyen ustalarımız ne kadar da haklıymış; 70 milyonluk nüfusun yarısı üç şehirde yaşıyor şimdi, eserleriyle ne kadar öğünse az birileri… Kimse tahrifat yapmaya kalkmasın. Ülkeyi vahşi kapitalizmin pençesine teslim eden Özal iktidarının Zonguldak’taki küçük prensi Zeki Çakan’ın kenti kuralsızlığa teslim eden uygulamalarına karşı çıkarken de aynı duygu içindeydik. İddia ediyorum, yine haklıydık. Bugün o uygulamaların kenti ne hale getirdiği ortada… Beğenen varsa, alsın eline küreği, gitsin harç taşısın Memurlar Lokali’nin altında yükselen hukuksuzluk abidesine…

 

Ne güzel söylemiş eskiler: “Hem dersini bilmez, hem de alim herkesten.” Neymiş, 1 Mayıslarda Taksim’e çıkmak isteyenler, ülkedeki istikrarı bozarak tekelci emperyalizmin çıkarlarına hizmet ederlermiş. Anımsatmak isterim, boynuna yağlı urgan geçiren celladını yanından uzaklaştıran yiğidim, ayaklarının altındaki iskemleyi tekmelemeden önce, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm, Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler.” diye bağırıyordu. Şimdi bu sözleri mücadelesinin bayrağı haline dönüştüren 1 Mayıs gülleri emperyalizmin emrinde, ömrü emperyalizme taşeronluk yapmış örgütlerin sözcülüğünü yapmakla geçmiş cühela da emperyalizmin karşısında, öyle mi? İsmet Paşa’nın deyimiyle: “Hadi oradan…” Neymiş hukuku, kentli hakkını savunup tümüyle ranta dayalı yapılaşmaya karşı çıkan Ortodoks sola halk bu yüzden karşıymış… Üç tane daha oy kapalım, ucundan kıyısından nemalanalım diye talana ortak olalım öyle mi? Bunu tek kişi kalma pahasına bile yapan solcu namerttir…