Akıl, bir ağaç gölgesi kadar heybetliyse,devasa bir bina gölgesi kadar gösterişliyse, , bir insan gölgesi kadar anlamlıysa, peki, iyiliğin gölgesi, kötülüğün gölgesi, nasıl ölçülür, nasıl değerlendirilir ki.

Günümüzde suya sabuna dokunmaktan imtina eden insanların günbegün çoğaldığı, adaletin, eşitliğin, acımasızca ciğer sökenlerin, zafer nidaları attıkları coğrafyalarda, vicdanın gölgesi ne kadardır dersiniz. Sizce vicdan, kaç kuruşluk değerdedir, ciğer sökenlerce nedir ederi?

İnsanoğlu,ta ilkel topluluklardan bu yana, yaşam gayesiyle kendini teslim etmek zorunda hissederek yeni oluşumlar yaratmıştır ve onlara sığınmıştır.

Peki, kendi aklının yetersizliğine inanarak mı buna ihtiyaç duymuştur,yoksa kendi içsel boşluğunun doldurulması çabasıyla mı bunu yaratmıştır.

Bu konunun nasıl ve ne şekilde geliştiğinden açıkçası emin değilim.

Ancak sonrasında oluşum gösteren çok Tanrılı inançlardanve elbette daha sonrasındada tek Tanrılı inançlara geçişlerde, Tanrı kutsiyeti kadar ve belki bu içsel boşluğu doldurma gayesiyle, kendilerine lider yaratan koşulsuz inandıkları kişilere, düşüncelere, teslim oldukları da şu durumda aşikâr.

Dinsel değerler,ilk varoluş zamanlarından günümüze değin, insanoğlunun zayıflığını ve içsel boşluğunu tamamlayangüç olarak en başa konulmuştur. Din teması,din olgusu,insanın manevi olarak ruh gıdası haline gelmiştir. İnanç, zamanla insan zihnini terbiye eden bir olgu hali almıştır.

İnsan maneviyatının duyduğu ihtiyaç neticesinde,din olgusunun çok daha geniş kitlelerce kabul görüşü sonrasında,sömürünün baronları tarafından zamanın ruhuna görebiçimlendirilmesi,materyalist bakışla kendi kişisel çıkarları doğrultusunda sınırlar çizilerek her daim art niyetle parsellenmiştir.

İnsanoğlu, hem korku, hem inanç üzerinden yarattığı aynı zamanda yaratılan güçlere kendini çoğu zaman koşulsuz teslim etse de,diğer yandan sorgulamaya ve inançları üzerinden menfaatleri doğrultusunda, din kurallarından kaytarmaya, hatta yok saymaya meyilli bu günlere erişmiştir.

İnsanoğlu bu ikilemi aslında çıkarları doğrultusunda yine kendi yaratmıştır. Zaman Tanrıyla köşe kapmaca oynayan soytarılar doğurmuş ve kitlesel bir güç haline getirerek dini hizmetettirmiştir kötülüğün gölgesine.

Öyle olmasa şayet bu kadar kirlenmezdi insanoğlu vebu kadar iyiliğin kötülüğün arasına sıkışmazdı dünya.

Bu sebeple İnsan, kendini tam anlamıyla teslim edeceği, kendine iyi geleceğine inandığı arayışlarını bu doğrultuda mütemadiyen sürdürmüştür.Materyalist bir akıma da uyum sağlamıştır zamanın içinde, üstelik kendiyle, inançlarıyla çelişerek yine de yapmıştır bunu.

İyiliğin gölgesi altında dinleneceğini düşünerek, zihninde biçimlendirip ortaya çıkarttığı şimdilerde adına moda tabirle “Kanaat Önderliği” denen inançlara nedense bel bağlamış ihtiyaç duymuştur. Maalesef günümüzde aklının sınırlarından emin olmayanlar için, bu çok daha gerekli bir ihtiyaç haline dönüşmüştür ve sistematik bir biçimde toplum düzenine yerleştirilerek buna inandırılmıştır insanlık.

Neredeyse insanlık o lider olarak kutsadığı inanç ilahlarına, kendini sorgusuz sualsiz teslim etmiştir.

Onları Tanrı kadar kutsamış, yine onlara Tanrı kadar tapmıştır üstelik kendi aklını yok sayıp, sonrasında akıl bağışladıklarınasorgusuz sualsiz yine de inanmıştır.

Bu teslimiyet kimi zaman hiç görmediği, bilmediği Tanrı inancı üzerinden, kimi zamanda Tanrılaştırdığı insanlar üzerinden koşulsuz teslimiyetle ve elbette sürü psikolojisiyle kendi varlığını öteleyip, beynini körleştirip, ilah yaptıklarının peşine takılıp, uyum gösterme eğilimine, kadar gelmiştir.

Sonuç olarak kendini aciz konumuna getirip, ya da öyle olduğuna inandırılıp, yine kendi yarattığı güce koşulsuz tapan yenibir insan toplumu olarak kendi öz benliği için değil, başkaları için varlık göstermiştir, varlığına kıymet vermeyenlere secde etmiştir kısacası.

Peki, ölmek için yaşayan tüm canlılarınortaklaşa yaşadığı bu dünyada, kimilerinin belki de çoğunluğun çaresizlik içinde öylesine gün doldurduğu, mücadelenin en akıl almazını verdiği ve adına yaşamak denildiği “burası çok tartışılır” bu akıl dışı teslimiyetten ne gibi bir çıkarımı olabilirdi ki zamanın.

Umut vadedenlere inanmak, umutsuzluğun galiba hastalıklı hali. Kendi içine iç dünyasına yüzünü dönmeyenlerin biçareliği belki bu teslimiyet.

İçinde yaşadığı gezegenin nimetlerinden faydalanamadan, yaşamının son bulacağını bile bile yine kendi ırkıyla bu amansız mücadelenin akıl sınırlarına zorlayan, tek taraflı yorgunluğunun yılgınlığının gerekliliğini kim ortaya koymuştur, kim benimsetmiştir insana dersiniz.

Tanrının isteği olarak öğretilen(!) ve zihinlere kazınan bu teslimiyetin ne hikmetse mükâfatını biçimlendiren ve kanaat önderi olarak kendine yer edinenlerin çektirdikleri ıstırabın ödülü ne olacaktır insana.

Bir başka dünyayı adres gösterenlerin, söz konusu kendileri olduğunda, bu dünyayı sonsuz olarak görmeleri ve nimetlerinden sadece kendilerini faydalandırmalarını nasıl izah ederler, ya da bu yeni toplum bunu nasıl izah eder.

Akıl akıldan üstünse, aptalların günahını kim çekecek, bununda bir bedeli olmalı?

Tanrı adil, adaletsizlik yapmaz öyle değil mi? Peki şu durumda adaletsiz olanlar, lider olarak seçilip liderlik vasfına uymayanlar yani adil olamayanlar, kendileri bedel ödemeyip, bedel ödetmeye devam edenler, neyin gölgesinde saltanat sürüyorlar dersiniz.

Kendi akıllarının gölgesin de miyahut aptalların gölgesin de mi?