Puslu ve fakir 1970’li yıllar... Her tarafı çam ve meşe ağaçlarıyla dolu, Köroğlu Dağlarının eteğindeki küçük dağ köyünde daha elektrik bile yoktu. Taş ve tahtadan evlerde âdeta taş devri koşulları hüküm sürüyordu. Fena hâlde kayalı tarlalar cılız öküzlerin çektiği karasaban ile sürülüyordu. Buğdayı samandan ayırmak için çakmak taşlı tahta düvenler tek çareydi. En yaygın nakil vâsıtası ise masum bakışlı çelimsiz eşeklerdi…
Gaz lâmbası ve çıra ışığında oturulan küçük kerpiç odalarda cızırtılı, boğuk sesli, pili biter endişesiyle az çalıştırılan kocaman radyodan dinlenilen ‘ajans haberleri’ ve ‘arkası yarınlar’ vardı.
Sabahları ana yemek tarhana çorbası idi. Öğlen ve akşam ise ne bulunursa, köyde ne yetişiyorsa o yeniyordu. Hiçbir şey bulunamayınca da bazlamaç ekmeğine yağ sürülüp, rendelenmiş tuzlu ve sert köy peynirine banılıyordu. Yanında da ahlat veya erik hoşafı. Çay bile ancak önemli bir misafir gelirse yapılıyordu. Garibanlık, mütevazılık horlanmıyordu henüz...
Ayaklarda kara lastikten ayakkabılar vardı. İskarpin ya da başka tür ayakkabı alacak para da yoktu. Elbiseler yamalıydı. Örme kazaklar delikti. Yer sofrasında aynı tabağa kaşık sallanarak yeniyordu yemekler. Keçe ya da yün döşekte uyunuyordu...
Haftada bir, köy evinin ufak odasının bir köşesindeki tahta dolaba girilerek ibrikdeki ılık suyla banyo yapılabiliyordu. Sağlıklı içme suyu yoktu. Helaların foseptiği açıktaydı. Hatta ve hatta senede 1-2 ay yaşanılan derme-çatma yayla evlerinin tuvaleti bile yoktu. Sabahları su kabını eline alan çocuk, yaşlı arazide hâcet gideriyordu.
***
Köyün pos bıyıklı öğretmeni ile camiinin seyrek sakallı imamı tamamen zıt kutuplarda duruyordu. İfrat ve tefrit derler ya işte ondan. Öğretmende İslâmiyete karşı aşırı bir soğukluk, dışlama, yok sayma mevcuttu. İmamda ise teknolojik yeniliklere, kızlı-erkekli karışık laik eğitim örgüsüne karşı duruş söz konusu idi.
Köylünün kendi arasında para toplayarak cüz’i maaşını ödediği, yemeğini verdiği din görevlisinin evinde radyo bile yoktu. Ve bu aygıtın dînen günah olduğu kanaati hâlâ yok olmamıştı. Bir hastalığa, derde yakalananlar, vücudunda yara, çıban çıkanlar önce hocaya ‘okutmaya’ gidiyordu...
Aşırı seküler dünya görüşü ya da başka bir deyişle “laik atak” denebilecek ters yaklaşımlar sebebiyle öğretmen ile imam arasında hep soğukluk, gerginlik seziliyordu. Köyün bir kısmı sadece imamı dinlerken, diğer kısmı ise öğretmenin yanında saf tutuyordu.
Böyle bir atmosferde dünyaya gelen Mehmet, ilkokul ve ortaokul yıllarında okul ile caminin zıtlaşmasının sebeplerini bir türlü çözemedi. Okulda öğretilen hayat ile camide seslendirilen dünya birbirine pek benzemiyordu. Çocuk aklıyla, bu durumu büyüklerine soruyor ama verilen cevapları zihninde analiz edemiyordu.
Bir gün caminin imamı, ilmihal bilgilerini almak için ibadethâneye gelen çocuklara üç tane dînî kitap tavsiye etti. Bunlar bir şekilde taa İstanbul’dan posta yoluyla tedarik edildi. Birkaç ay sonra okulun aşırı laik öğretmeni Mehmet’in elinde dînî kitapları görünce elektrik çarpmış gibi tepki verdi. Kitapların okunmasını uygun görmediğini de ifade etti...
***
1977 yılında nihayet, taş devri koşullarındaki minik orman köyüne elektrik geldi. Çamurlu sokaklar ve evler az biraz ışıldadı. Televizyon, radyo, buzdolabı vb. gibi aygıtlar yavaş yavaş meskenlere girmeye başladı. Lâkin ülke ekonomik darboğaz içinde olduğundan sıklıkla elektrik kesintileri yapılıyordu. Traktörlerle toprağın işlenmesi de o yıllarda başladı...
Batı Karadeniz Bölgesindeki, gözlerden ırak, kayalık dolu köye 3 km uzaktaki yoksul ilçede 4 bin kadar insan yaşıyordu. Sanayi tesisini, fabrikayı ara ki bulasın. Sadece kamu kurumlarında çalışanların geliri ve hayvancılıktan (davarcılık) elde edilen para ilçeyi besliyordu.
Kuru-sert iklim koşulları sebebiyle tarımsal üretim yok denecek kadar azdı. Belki biraz pirinç tarlaları fakir köylülere aş sunuyordu. Yarım asır önce 4 bin kadar insanın yaşadığı bu ilçede şu anda 500 kişi bile kalmadı. Göç, ilçeyi biçti geçti...
İrice bir köye çok benzeyen ilçede üç-beş bakkal, lokanta, manifaturacı, hırdavatçı, fırıncı ve elektrikçiden başka bir esnaf da yoktu. Mehmet’in babası da ilçedeki Orman İşletme Müdürlüğünde elektrikçi olarak çalışıyordu. Mesai saatlerinin dışında boş durmamak için de annesi Meryem adına açılmış ufak bir elektrikçi dükkânını işletiyordu.
Faal bir dükkân var ama ampul yok, kablo yok, priz yok, sayaç yoktu... Her şey karaborsa. Evlere elektrik tesisatları da döşeyen baba yılda birkaç defa leş gibi tütün kokan otobüslerle taa İstanbul’a giderek malzeme alımı yapıyordu. Ama istediği ürünlerin tümünü bulamadan geri dönüyordu çoğu kez. Bunun sebeplerini aradan geçen 40 yılın ardından daha iyi anladı Mehmet...
***
Türk Ordusu 1974 yılında, Türklerin can güvenliğini temin etmek için Akdeniz’in ortasında yüzen kale gibi olan Kıbrıs’a Barış Harekâtı düzenledi. Bu çıkarma sayesinde Ada’nın bir bölümü Türklerin oldu ve orada ufak bir devlet de kuruldu. ABD ve Avrupa ülkeleri Rumların zulümlerine dur diyen Türklerin çıkarmasına haksız bir tepki koyarak, ülkeyi ekonomik ambargo kıskacına aldılar... Kıskaç nasıl işledi derseniz, bizi; sağ-sol, Alevi-Sünnî, ilerici-gerici, laik-antilaik, Türk-Kürt şeklinde cepheleşmelere iteklediler. Ermeni terör örgütü Asala’nın eline silah verip diplomatlarımızı şehit ettirme yoluna da tevessül ettiler...
***
Gariban ilçedeki gazete bayiinde 10 kadar günlük gazete ve birkaç dergi oluyordu. Mehmet, öğrenmeye aşırı ilgi duyan bir yapıda olduğundan ortaokul yıllarında bayiden gazete satın almak istedi. Ancak pos bıyıklı, sürekli sigara içen kavruk bayi, “Bu gazeteler satılık değil. Sadece abone olanlara geliyor” dediğinde abone kelimesinin ne demek olduğunu dahî bilmiyordu.
***
Mehmet’in köyde oturan, ilçedeki maliye dairesinde çalışan Cemal dayısı, bulmacaları çözmek için evine ayda bir-iki sefer Günaydın, Hürriyet, Tercüman, Milliyet, Türkiye gibi gazetelerin okunmuş eski nüshalarını getirirdi. Bulmacaların sorularının çoğunu da bilemez, yarım bırakırdı... Bu gazeteleri muhakkak ki maliyedeki amirlerinden tedarik ediyordu.
Neşriyatlardaki haberleri ve köşe yazılarını tam idrak edemese bile bütün sayfaları ciddiyet içinde okuyan Mehmet’e büyükleri yadırgayıcı bir gözle bakardı. Anası, amcası, halası sıklıkla “Evladım yolda bulduğun çamurlu gazete sayfalarını bile eve getirip okumaktan ne öğreniyorsun ki?” derlerdi.
1979-82 yılları arasında boykotlu, izinli, raporlu, grevli, protestolu, 12 Eylül darbeli günler içinde yuvarlanan Mehmet, gariban ilçedeki ortaokulu bitirdi. Ama hiçbir dersi doğru dürüst öğrenememişti. Bu yıllar zarfında okullardaki eğitim pes perişan hâldeydi. Boykotlar, grevler, nümayişler gırla gidiyordu. Sessiz ve çamurlu sokaklı ilçede kütüphâne bile olmadığından ortaokul yıllarında öğrenme dürtüsünü hiç tatmin edemedi. Zîra nizâmi eğitim yapılamıyordu. Çoğu öğretmen şiddet yanlısı yanlış siyasî fikirlere fena hâlde bulaşmıştı...
***
Ortaokuldan sonra vilayet merkezindeki meslek lisesinde okumayı tercih etti. 12 Eylül darbesinin kurşunî ağırlığının hâlâ hissedildiği 1982 yılının sararmış, tozlu ve sevimsiz sonbaharında ailecek köyden şehre taşındılar. Baba ve ana, okur-yazar bile değildi. Baba, askerde sadece basit metinleri okuyup yazmayı öğrenebilmişti. Ama 4 çocuklarının okuyup refah içinde bir hayat sürmesini istiyorlardı. Bunun için ilçeden şehre taşınmışlardı. Babanın ilçedeki görevinden vilayete gelmesi, tayin olması da pek kolay olmadı. ‘Amcası, dayısı, arkası’ olmayan memurlara köle muamelesinin yapıldığı yıllardı. Babanın mesai mefhumu zaten yoktu. Amirleri onu haftanın her günü çalıştırıyordu. Şimdiki gibi her göreve angarya gözüyle bakılıp sendika başkanlarına şikâyete de gidilemiyordu. Zîra memur sendikalarının adı bile yoktu...
***
İlçeden ile taşınan ailenin 4 evladının diğer 3’ü ne yazık ki 5 senelik ilkokuldan sonra öğrenim görmeyi istemediler. Sadece Mehmet’te okuma isteği vardı. Kayıt olduğu meslek lisesinde kimse gazete, kitap ile ilgilenmezken o eprimiş bez çantasında daima okuyacak bir şeyler bulunduruyordu. Çok yayın alacak parası yoktu. Ama çareyi bulmuştu. Şehirdeki kışla görünümlü, donuk halk kütüphânesinde 10 bin kadar eser okunmayı bekliyordu. Oradan 15 gün süreli olmak kaydıyla ödünç kitaplar alabiliyordu. Ayrıca kütüphânenin bir köşesindeki raflarda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yayımlanan haftalık, 20 kadar süreli yayın bulunuyordu. Hoş bir mürekkep ve kâğıt kokusu taşıyan dergileri karıştırırken Mehmet âdeta başka bir dünyaya geçiş yapardı...
***
80’li yılların ortasında meslek lisesini bitiren Mehmet hiç dershâneye gidememesine, test kitaplarına boğulmamasına rağmen İstanbul’daki bir üniversitesinin 4 yıllık fakültesini kazanmıştı. Liseden beraber mezun olduğu diğer 34 arkadaşı böyle bir başarıyı yakalayabilmiş değildi. Çoğu, dershâneye de gitmişti halbuki. Ama sonuç hüsrandı.
Mehmet’in bildiği, başkalarının idrak edemediği bir sır vardı. O sır açıktaydı ama kimse görmüyordu. Mehmet de bunun farkına 40’lı yaşlardan sonra varabildi. Yani okuyan, öğrenen, merak eden, yazan, düşünen insan için engel diye bir şey yoktu. Zor kelimesi sadece az çalışma durumunda geçerliydi. Kısaca bilgi güç idi. Bilgili insanları kimse durduramıyordu.
***
İnsan, 20-25 bin gün kadar süren kısa ömrünü okuyarak, öğrenerek, analiz yaparak geçirdiğinde hem daha huzurlu, hem daha varlıklı olur. Mal varlığı sadece yat, kat, pırlanta, tenekeden araba demek değildir. Bunu cahil insanlara anlatmak oldukça zordur. Esasında en büyük zenginlik bilgi varlığıdır. Bir insanın 3-5 tane meskeni olabilir. Lâkin o insan yaşadığı dünyanın şiirini, hikâyesini, romanını, tiyatrosunu, masalını, bilimini, sanatını çiğnememişse, hatmetmemişse boşluktadır. Dingin değildir. Ruh sıkıntısını aşamaz. Mal yığmak onu mesut etmez...
Yazıdan, sözcüklerden uzak milyonlar kısa süreli hazların dışında bir şey bilemezler. Bunların yaşadıkları ömür yazıya dökülmüş olsa bir sayfayı doldurmaz. Okuyan, bilen insanlar oturdukları yerden Afrika ovalarında, Antarktika buzullarında, Silikon Vadisinde bile dolaşabilirler.
***
1985’in Ekiminden 1989’un Temmuzuna kadar, kesif çorap kokulu, altı kişilik basık yurt odasında kalarak üniversiteye devam etti. 64 kişilik sınıfta, hakezâ 800 kişilik yurtta kitaplarla hemhâl olan, okula düzenli devam eden kişi pek yoktu. Anadolu’nun ücrâ şehir ve ilçelerinden gelmiş âvâre gençlerin çoğunluğu derslere zoraki devam ediyor, boş lakırdı ile kahvehâne köşelerinde okey taşlarını şakırdatıyorlardı.
Anlı şanlı üniversitenin Haydarpaşa’daki fakültesinin ve öğrenci yurdunun maalesef bir kütüphânesi bile mevcut değildi. Kadıköy İlçesinde, dar bir yokuşta, apartmanın üçüncü katına sıkıştırılmış, ressam ve yazar Fahrünisa Kadıbeşegil’in bağışı olan kütüphâneyi tesadüfen keşfetti. Tüm boş vakitlerinde buraya giden Mehmet, soğuk suratlı, enerjisi bitmiş, dünyadan kopuk, yarı uykulu üç memurun arasında rafları karıştırıp kitap seçerdi. Kütüphânenin çalışanları o denli miskin ve enerjisiz insanlardı ki, insanı okumaktan, öğrenmekten nefret ettirirlerdi...
***
Fakültede Doç. Fahri Bey’den başka kültürden, bilimden, felsefeden, tarihten, eğitimden derinlemesine söz eden başka bir hoca da yoktu. Diğer akademisyenler bir türlü ısıtılamayan kocaman taş sınıflarda mekanik bir aygıt ya da robot gibi sadece dersini işleyip gidiyordu.
12 Eylül darbesinin yakıcı travmaları henüz belleklerden silinmemişti. Yani hocaların çoğu yarı-askerî yapının kendilerine de balyoz indirmesinden çekiniyorlardı. Ülkede demokrasi diye bir şey de aslında henüz yoktu. Düşünmek ‘serbestti’ ama bunu açıklamak ‘suç’ idi.
12 Eylülcüler sağcı-solcu demeden, Amerika’dan gelen emirlerle binlerce akademisyeni yok etmişti...
Öğretim üyesi Fahri Bey âdeta bir ışık, idol mertebesindeydi. Mehmet, bu hocaya sık sık uğrayıp O’nun kişisel kitaplığından ödünç eserler alıyordu. Âdeta bir kültür deryası olan Fahri Bey 1992 yılında düşünceye düşman odaklar tarafından vurularak öldürüldü ne yazık ki...
***
Mehmet, 80’lerin sonunda güçlükleri yenerek lisans diplomasını aldı. İdealist çizgiden giderek öğretmenlik yapmak istiyordu. “Yine sınava gireceksin” dediler. Elinde öğretmen olduğunu belirten diploma vardı. Ama yine yeni bir imtihan daha çıktı karşısına. Bozkır ve kışla görünümlü Ankara’da korka korka imtihana girdi. Soruların hiç birisi, yapmak istediği vazife ile ilgili değildi. Ama yapacak bir şey yoktu ki... Bilebildiği kadar şıkları karaladı.
***
Öğretmenlik sınavı sonrası atanma beklerken, evde boş boş oturmamak için bir süre yalap şap müteahhitlerin yaptığı çarpık çurpuk tuğlalı inşaatlarda elektrikçi olarak çalıştı. Bu iş oldukça yorucuydu. Parası da az idi... Bu işi bırakıp iğneden ipliğe her şeyin satıldığı bir hırdavatçıya tezgâhtar olarak girdi. İşveren günde 12 saat hiç boş tutmuyor ama çok az bir yevmiye ödüyordu. O işi de bırakıp derme çatma, izbe bir lokantaya garson olarak girdi. Buranın da ücreti epey azdı ama hiç olmazsa günde üç öğün dilediği kadar yemek yiyebilecekti. Belirli bir yaştan sonra babadan harçlık istemek, ona yük olmak çok ağırına gidiyordu. 21 yaşında bir insan atasından harçlık mı alırdı...
Her şeyi uyduruk olan lokantanın çat-pat İngilizce ve Almanca bilen tek elemanıydı. Haftada 3-5 sefer, sırt çantalı yabancı turistler geldiğinde patron hemen Mehmet’i masaya yolluyordu. Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol, Fransız turistlerin çok kibar, saygılı, sabırlı, temiz, edepli ve yavaşça yemek yemeleri Mehmet’in çok dikkatini çekiyordu. Bizim Türkler çok acele, döke saça, etrafı berbat ede ede doyarken yabancılar masayı hiç kirletmiyor, ayrıca yüksek bahşişler de veriyorlardı. Bunlar mı Müslüman yoksa biz mi sorusuna o zaman pek cevap bulamadı... 
Servis elemanlığı yaparken lokantanın ne kadar özensiz, niteliksiz, sağlıksız yemekleri müşterilere sunduğunu fark etti. Burası lokanta olamazdı. İnsanların bilerek zehirlendiği, kanser edildiği bir aşevinde hizmet ediyordu. Özellikle patates kızartmada kullanılan yağın 2-3 ay boyunca iş gördüğünü fark edince, faciayı aşçıya sordu. Aşçı gayet pişkince, “Ben yemiyorum ki” deyince orada çalışmasının da tatsız bir durum olduğunu idrak etti. O günden sonra lokantalarda yağda kızartılmış hiçbir gıdayı yiyemedi.
***
Bir eylül günü, bezgin bezgin çarşıda yürürken, Marmara Bölgesindeki bir sanayi şehrinde faaliyet gösteren mutfak eşyaları pazarlama şirketinin “eleman aranıyor” şeklindeki ilanını duvarda gördü. Hemen ilgili adrese gitti. Anasının gözü, işgüzar yetkili, işi anlattı. Kapı kapı gezilip dar gelirli insanlara çok kalitesiz mutfak eşyaları peşin ya da 6 taksitle satılacaktı. Ekipte 15 kadar berduş tipli genç daha vardı. Her ilde ya da ilçede 7-14 gün izbe otellerde konaklanılarak iş yapılacaktı. Maaş yoktu. Satılan malın bedelinin yüzde 15’i elemanın olacaktı.
İşi kabul etti. Mengen, Çaycuma, Devrek, Bartın, Sakarya, Kocaeli, Karamürsel, Gölcük vb. gibi ilçe ve illerde sabahın köründen geceye kadar yüzlerce evin kapısını çaldı. Hem yeni yerler görüyor hem de içinde yaşadığı ülkenin insanlarının ne durumda olduğunu inceliyordu.
Yapılan iş aslında ticaret değildi. İmza atmasını bile bilemeyen gariban insanlara kalitesiz ürünler laf kalabalığı ile satılıyordu. Vicdanı sızlaya sızlaya 3 ay bu işi yaptı. 90 günlük süreçte aylık geliri ortalama 3 milyon TL oldu. Bu meblağ ekipteki en yüksek rakamdı. Diğer çalışanlar kültürden, bilgiden, estetikten, hijyenden bîhaber olduklarından, leş gibi tütün koktuklarından insanları pek ikna edemiyorlardı. Mehmet, çok okumanın, çok bilgili olmanın bu denli işine yaradığını pazarlamacılık yaparken de çok iyi idrak etti...
***
1989 yılının Aralık ayında Trakya’nın, süzgün süzgün akan Ergene Irmağının yanıbaşındaki küçük ilçede bulunan iddiasız, heyecansız meslek lisesinde öğretmenliğe başladığında ilk aylığı sadece 636 bin TL idi. Yani özel sektördeki son işine göre 3-4 kat daha az gelir elde etmişti. Buna da şükür dedi... Bu lisede kendisini hep yabancı gibi hissetti. Mesleğe adapte olmasını sağlayacak bir rehberlik de alamadı. Bölümün en çetrefilli derslerini ilk günden O’na yıkmışlardı. Bunlar yetmezmiş gibi bir de Almanca derslerini vermişlerdi. Öğrencilere ders dinletmek bile mümkün değildi. Nizam, intizam okuldan uçup gitmiş hâldeydi...
***
1970 ve 80’li yıllarda gariban, ülküsüz, yetersiz mekteplerde okurken derslerde karşılaştığı, çamur gibi kâğıda basılmış, şekilleri anlaşılmayan kitapları gördükçe bunlar neden bu kadar kötü diye hayıflanırdı. Almanya’da çalışan bir tanıdığı, O’nun teknoloji meraklısı olduğunu bildiği için birkaç kitap vermişti. Yayınlar Almanca dilinde hazırlanmıştı. Görsel bakımdan olağanüstü nitelikteydiler. Bu kıymetli eserleri yıllarca mütevazı kitaplığında tuttu.
***
“H” harfini hiç söylemeyen, “hocam” değil, “ocam” diyen öğrencilerin olduğu miskin ilçede hep nitelikli, anlaşılır, bilgi dolu bir ders kitabı yazma isteği ile yaşadı. Meslekî bakımdan çok deneyimsiz olduğu ilk yıl sürekli olarak firmalara mektuplar yazıp katalog ve broşür talebinde bulundu. 40’a yakın yerli-yabancı şirket hatırını kırmayarak teknik ürünlerle ilgili veriler içeren kataloglarından gönderdiler. Bunları, bir gün işime yarar düşüncesiyle hep biriktirdi. İlerleyen yıllarda dokümanları kaynakça olarak kullandı da...
Ayçiçeği tarlalarıyla çevrili ilçeden sonra, Ege’nin tarım ve sanayi merkezi olan, Sipil Dağının eteğindeki şehrinde öğretmenlik yaparken artık kitap yazımına başlamalıyım dedi. İzmir’e bilgisayar almaya gitti. En ucuz bilgisayar maaşının 4-5 katı fiyata satılıyordu. Boynunu büktü, alamadı. 2 maaş tutarında bir para ödeyerek minik bir daktilo alıp işe koyuldu.
Haftada 50 saat bitkin düşürücü dersleri verirken, aylarca az uyuyup ilk meslekî eserini daktilo ile hazırladı. Matbaa işlerinden anlayan bir meslektaşı “Kitaplar artık tipo baskıyla değil, ofset yöntemiyle basılıyor. Daktilo ile boşuna uğraşma, bilgisayar ile yaz” dedi.
Okulun, bugünle kıyaslandığında hiçbir özelliği olmayan, ikide bir bozulan bilgisayarında sayfaları yeniden oluşturmaya başladı. Bilgisayar bilgisi çok azdı. Resim işleme, sayfa düzeni yazılımlarını zerre bilmiyordu. Tarayıcı ve yazıcısı da yoktu...
***
1990’lı yılların ortasında Ege’nin hâli vakti yerindeki ilinden Karadeniz’in çam kokulu şehrine, mezun olduğu meslek lisesine tayin oldu. Kendisini okutan öğretmenleriyle mesai arkadaşlığı yapmaya başladı... Kimi öğretmenlerinin ne kadar ilgisiz, meraksız olmasına çok şaşırdı. Öğrenciyken ulu bir çınar gibi gördüğü insanlar 10 yıl sonra minik Bonzai ağaçlarına dönüşüvermişti...
Yeni hiç bir şey öğrenmeyen bu muallimler bahçede, kantinde bile sürekli sigara içiyor, sadece geçim sıkıntısından söz ediyorlardı. Halbuki isteseler bir şeyler üretebilir, gelirlerini artırabilirlerdi. Zîra tümünün bir zanaati, becerisi vardı...
***
Öğretmen Mehmet görev yaptığı üçüncü okulda da kuruma ait makine ile ilk kitabının yazımına devam etti. Ancak bilgisayarlardan sorumlu olan gergin mizaçlı meslektaşı bu çalışmasını aksatmak için her yolu deniyordu. “İşim var, virüs bulaşır, sonra gel, temizlik yaptıracağım, gitmem lazım, çabuk ol” vb. gibi söylemlerle şevkini kırıyordu.
Tüm zorluklara rağmen ilk eserini 150 sayfa olarak tamamladı. Çıktı almak için yazıcısı da yoktu. Ödünç bulduğu bir cihazda baskıyı yaptı. Sayfalarda bulunan şekilleri siyah mürekkepli kalemle 20 gün kadar uğraşarak tamamladı. Eseri bastıracak miktarda parası zaten yoktu. Beş kıtanın incisi İstanbul’a giderek 5 yayınevine kitabını gösterdi ve neşretmelerini rica etti. Hiç birisi olumlu yanıt vermedi... Boynunu büküp geri döndü.
Aradan 10 yıl kadar zaman geçince, Mehmet’in yüzüne bile bakmayan o yayıncılar kendisini arayıp “Yeni yazdığınız kitapları biz basalım” dediler. Ama bu sefer Mehmet Hoca, “Yıllar önce size geldim. Çay bile ikram etmediniz. Sizinle asla çalışamam” dedi.
***
Akrabalarından bir miktar borç bularak ildeki vasat matbaada korka korka 2 bin adet kitap bastırdı. Eserler satılmazsa rezil olacaktı. Baskı kalitesi istediği gibi olmamıştı. Cilt kapakları fena hâlde dayanıksızdı. Meslekî okullara broşürler gönderdi. Rakip yayıncıların yarı fiyatına sunduğu için 2 bin eser 2 hafta içinde tükendi. Morali zirve yaptı. Bütün borçlarını ödedi. Hemen 2., 3. ve 4. baskıları da yaptırdı...
Aradan bir yıl geçtikten sonra aynı kitabı yüzlerce basımevinin bulunduğu kuru ayazlı Ankara’da yarı fiyata çok daha kaliteli olarak bastırınca kendi ilindeki matbaanın ne kadar vicdansız olduğunun farkına vardı.
***
İlk yıl kazandığıyla hemen bilgisayar, yazıcı ve tarayıcı aldı. Amatörce de olsa bir kitap yayınlamış olmak, tüm arkadaşlarının ve amirlerinin ona bakışını olumlu yönde düzeltti. Herkes O’na yazar gözüyle bakmaya başladı. Öğrencileri de ondan hep övgüyle bahsetmeye başladılar. İrice bir kasabaya benzeyen Anadolu şehrinde kitap yayınlayan tek öğretmen durumundaydı...
Bu heyecanla tüm boş vakitlerini kitap yazmaya ayırdı. Aradan geçen çeyrek asırda 50’den fazla kitap yazıp yayınladı. Eserlerini 4 farklı yayınevi tüm dünyaya dağıtmaya başladı. ABD, Almanya gibi ülkelerde bile kitaplarının dağıtımı yapılıyor. 20 kadar kitabı üniversitelerde kaynak olarak kullanılıyor. Tüm eserlerinin sayfa sayısı yaklaşık 20 bin civarında... Ama O hâlâ asgarî ücretli insanlar gibi mütevazı yaşamayı tercih ediyor. Kitaplardan elde ettiği cüz’i kazançları yine kitaplara ve hayır işlerine harcamayı tercih etti...
Yaşından fazla sayıda kitabı hazırlarken binlerce eseri, makaleyi, web sitesini incelemek durumunda kaldığı için meslekî bilgisi de epey arttı. Başı sıkışan, kaynak arayan ona başvurmaya başladı. Hepsine bir kuruş talep etmeden destek oldu. Zîra mürekkep yalamış her insanın bir kitap yazması gerektiğine inanıyordu. Bu ülkenin bilimle yükselebileceği kanaatindeydi.
Bilginin ne kadar yükseltici bir mefhum olduğunu yaşayarak öğrendi. Makale, panel, seminer hazırlıkları yaparken hiç zorlanmadı. Zîra her sorunun cevabı belleğinde vardı.
***
2000’li yılların başında, CIA ajanı, sahte, din maskeli FETÖ yapılanmasının, eğitimci kılıklı hain köpeklerinin iftiralarıyla Doğu Karadeniz’in en ücra ilçesine, Gürcistan sınırına tayin edilen Mehmet Hoca burada 8 ay çalıştıktan sonra yurtdışı görev sınavını kazanıp Kuzey Kıbrıs Eğitim Bakanlığı bünyesinde 1 gün bile izin almadan 5 yıl, eğitimci olarak görev yaptı. Burada çalışırken de kitaplar yazan bir insan olduğu için hep el üstünde tutuldu. 5 yıllık Kıbrıs görevine 15 adet de yeni eser sığdırdı.
***
Kıbrıs’ta yaşayan öz be öz Türk olanların bir kısmında Anavatan Türkiye’ye karşı aşırı bir düşmanlık, dışlama, küçümseme olmasına pek anlam veremedi. İyice radikalleşmiş bazıları “Biz Türk değiliz. Kıbrıs Türküyüz. Türkiye üzerimizden elini çeksin. Bizi sömürmekten vazgeçsin. İşgalci TC Ada’dan git. Rumlarla birleşip AB’ye üye olacağız. Yes be Annem. Denktaş defol vb...” diyerek başka bir millet, başka bir dünya tanımlaması yapmaya çalışıyordu. Oysa ki Türkiye Kuzey Kıbrıs’ın her türlü ihtiyacını her dâim karşılıyordu... Ada’ya Anavatandan, denizin altına boru döşeyerek su bile götürülmüştü. 50 yıl öncesine kadar, atalarına her türlü zulmü yapmış, onları horlamış, Ada’dan kovmuş olan Rumlara kimi Türklerin aşırı bir sempati duymalarını mâkul göremedi...
Esasında pencerenin görünmeyen kısmında olan şuydu: Ada'nın etrafındaki milyarlarca dolarlık petrol ve doğalgaz yataklarının Türklere yar olmasını istemeyen küresel kraliyetçi sömürgen Batılı devletler Kıbrıs halkını Türkiye düşmanı yaparak amaca ulaşmaya çalışıyorlardı.
***
Mehmet'i yeni tanıyan insanlar ilk başta karşılarında sıradan bir öğretmen olduğunu sanıyorlardı. İlerleyen zamanda onlarca eser üretmiş bir eğitimci olduğunu öğrendikleri anda hemen davranışları, tutumları değişiyordu. 2010'lu yılların ortalarından beri bir meslek lisesinde idareci olarak görev yapan Mehmet, işini yan gelip yatma olarak algılamayıp, projeler üreterek 150'den fazla hayırsever firmadan, vakıftan, dernekten bağışlar alıp, okulunun ildeki en ileri eğitim kurumlarından biri olmasına da vesile oldu.
***
Beraber mesai yaptığı tüm arkadaşlarına, öğrencilerine hep şunları söyledi: "Bilgili insanları yenemezsiniz. Bilgi güçtür. Bilginiz kadar değer görürsünüz. Ne yapın edin bir kitap yazın, proje hazırlayın, faydalı bilgiler içeren web sitesi açın, sürekli olarak sizi geliştiren eserler okuyun. Öğrenmekten yılmayın...
Ön Asya’nın kıymetli toprakları üzerindeki bu cennet ülkenin kalkınması, gelişmesi için kitap yazan ve sürekli yenilenen öğretmenlere çok ihtiyaç vardır. Binlerce yıldır medeniyetlere beşiklik yapan Anadolu toprakları pek bereketlidir.
1 milyon öğretmenimiz var. Her eğitimci ömrü boyunca sadece 1 kitap yazmış olsa çeyrek asırlık süreçte yüzbinlerce yeni eser sahibi oluruz. Bir kitap yazmak için en az 100 kitaba bakılmak zorunda kalındığı için, üstün nitelikli eğitimci camiası ortaya çıkar ve Türkiye dünyanın en gelişmiş 10 ülkesinden biri olma yolunda hızlıca ilerler.
Anadolu toprakları on binlerce Mehmet üretecek evsaftadır. Bu toprakların arzda başka bir emsali de yoktur. Türk milleti her türlü engeli, çelmeyi, ihaneti savuşturacak karaktere sahiptir. Anadolu aslında güzel kokulu bir kitap gibidir.
Bilgide, fende, teknolojide, sanatta, kültürde dünyaya örnek bir millet olabiliriz. Bunu yapabilecek meziyetlerimiz vardır. 4 bin yıllık zengin Türk tarihi bunun vesikalarıyla doludur.
Bu topraklardan daha nice Mehmet'ler ortaya çıkacaktır. Yeter ki kitap kokulu Anadolu'nun kıymetini bilelim.”