Bu yaşanmış ve duygusal bir hikayedir. Benim yaşamımdan bir gerçek  kesittir. Ama bir insanın hayatının nasıl değiştirilebileceğini öğreten bir ders niteliğindedir. O yüzden sizlerle paylaşmak istedim.
   Hikayemize geçmeden önce, izin verirseniz bir altyapı oluşturmam lazım
   Lisede başarılı bir öğrenci değildim. Bunun sebebi sadece benim tembelliğim değildi. İlk okul ikinci sınıfta iken köyden şehre geldiğimizdeki travmalar, sadece bir müdür ile açılan Kilimli Orta Okulunda zayıf bir eğitim alarak Mehmet Çelikel Lisesi gibi zamanın namlı bir lisesine gelmem; lisede iken Ereğli Kömürleri İşletmesinde (EKİ) işçi olarak çalışmam;  okul - ev ve iş yeri arasındaki uzun mesafeleri de başarısızlığımın faktörleri arasında sayabilirsiniz. 
   Neyse, zar zor da olsa liseyi bitirmiş ve macera olsun diye girdiğim Orta Doğu Teknik Üniversitesini (ODTÜ) kazanmıştım. Buna ben dahil herkes şaşırmıştı. Zira o zamanlar Zonguldak'tan üniversiteyi kazananlar çok az olduğu için kazananlar isim isim bilinirdi.
   Aslında tıp, siyasal, hukuk gibi birçok fakülteyi de kazanmıştım ama EKİ'de işçi olan babam tutturdu ODTÜ'ye gideceksin diye..Oğlunun çalıştığı şirkete maden mühendisi olarak gelmesini istediğini anlıyordum. ODTÜ gibi İngilizce eğitim yapılan zor bir üniversitede başarılı olamayacağımı düşünüyordum. Buna rağmen sırf babamı kırmamak adına gittim bu üniversiteye kayıt oldum.
   Zaman 1966 yılı ekim ayının ilk günü..  ODTÜ İngilizce Hazırlık Sınıfına ilk ders başı yaptığımız tarih.. Önce İngilizce seviye tespit sınavına tabi tutulduk.. Tabii ki İngilizcem çok zayıf olduğu için benim gibi bilmeyenlerle aynı sınıfa düştük.. Sınıf dediğim 33.ncü grup.. Zaten hazırlık sınıfında toplam grup sayısı 38.. 
   Fakat sonradan öğrendim ki, bazı uyanıklar sorulara bilerek cevap vermemiş.. Amaç bilmeyenlerle aynı sınıfa düşelim ki onların arasında birinci olalım!.. Her sınıfta önceleri ortalama 25 kişi varken bu sayı ekim ayı sonunda 15 - 16'ya kadar düştü. Çünkü diğer üniversiteler o zamanlar 1 kasımda açıldığı için buralarda iyi bir yer kazanan ve ODTÜ'nün zorluğundan ürken öğrencilerden bazıları ayrılmıştı..
   Bizim sınıf da kasım başlarında 16'da karar kılmıştı; 2 kız ve 14 erkek.. Kızlardan birinin ismi Gülay Evren idi... Biz o zaman Gülay'ın babası Kenan Evren'in ileride 11 Eylül 1980 darbesini yapacağını bilemezdik tabii ki!.
   İşte şimdi asıl hikayemize  geçebiliriz..
   Her sınıfa ayrı bir öğretmen tayin edildiğini duymuştuk. Bize verilen okul kataloğunda bizim sınıf öğretmenimizin isminin Miss Usluata olduğunu görünce pek bir şey anlamadık. Çünkü biliyorsunuz İngilizcede insanlara soyadı ile hitap edilir ve ''miss'' kızlar için kullanılır. İlk ismine ulaşamadık ama soy adından Türk olabileceğini düşündük önceleri..
   İlk derse girdiğimizde merak ediyorduk öğretmenimiz kim diye.. Derken sınıfa 26-27 yaşlarında orta boylu, kızıla çalan kısa sarı saçlı, mavi gözlü çok güzel bir kız girdi. Önceleri anlamadık öğretmen olduğunu.. Henüz sınıf arkadaşlarımızı tanımadığımız için acaba bu da bizim sınıftan bir öğrenci mi diye düşündük.. 
   Ama bu güzel kız kürsüye geçip İngilizce günaydın deyip öğretmenimiz olduğunu da söyleyince ancak anlayabildik öğretmenimiz olduğunu. Soy adından Türk de olabileceğini düşünmüştük ama fiziği ve mükemmel Amerikan aksanıyla konuşmasından bir Amerikalı olduğuna şüphemiz neredeyse kalmamıştı. Hele günde 5 saat beraber olduğumuz öğretmenimizin Türkçe sorularımızı ve konuşmalarımızı hiç anlamaması az da olsa şüphelerimizi hepten silmişti. Öyle ki sınıf arkadaşlarım nasıl olsa Türkçeyi hiç anlamıyor diye, sınıfta onun duyabileceği şekilde kendi aralarında öğretmenimiz hakkında konuşabiliyorlardı. Hatta öğle tatillerinde kafeteryaya gidiş gelişlerde öğretmenimiz önümüzde yürüyorsa, erkek öğrenciler arkadan, yine onun duyabileceği mesafeden,  fiziği ile ilgili klasik Türk erkeğinin yapacağı türden  yorumlar bile yapıyorlardı. Ben, ''yapmayın oğlum. Anlar falan da ayıp olur'' diye uyardığımda, ''nereden anlayacak lan. Tek kelime Türkçe bilmiyor'' derlerdi. 
  Neyse böylece 4 ay geçti. Ocak ayı sonunda yarı yıl tatiline girmeden önce, birkaç arkadaş öğretmenimizi evinde ziyaret edip veda edelim dedik. Öğretmenimizi öyle seviyorduk ki içimizden geldi bu istek.
   Kendisine bu düşüncemizi ilettik. Memnuniyetle kabul etti. Bize Çankaya'daki evinin adresini verdi. Ertesi akşam için randevu aldık.
   İki kız iki erkektik. Kızlardan Gülay Evren'i artık tanıyorsunuz. Diğer erkek de, sonradan çok sevgili arkadaşım rahmetli Adnan Demir'in kayın biraderi olacak olan Erkan Akdolun idi. 
   Bir buket çiçek yaptırıp kapısını çaldık.
   Öğretmenimiz kapıyı açtı. Aramızda aynen şu konuşma geçti: ''Hoş geldiniz çocuklar. İçeri buyurun!'' Ben İngilizce olarak; ''Hocam, ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz. Ne çabuk öğrendiniz.'' deyince; ''Ama ben zaten Türküm!'' demez mi! Şaşırıp bir müddet sessiz kaldığımızı görünce; ''Çocuklar neden şaşırdınız? Benim adım Ayseli!'' dedi. (Bu arada, Ayseli mehtabın Türkçesidir)
   Uzun lafın kısası gerçekten de Türk'müş. 16 kişilik sınıfta hepsi de uyanık geçinen 16 kişi, 4 ay boyunca her gün 5 saat beraber olduğumuz öğretmenimizin Türk olduğunu anlayamamıştık!
   Meğerse, Türk olduğunu anlarsak Türkçe konuşmaya ve soru sormaya başlarız da İngilizceyi çabuk öğrenemeyiz diye Amerikalı rolünü sürdürmüş! Gerçekten inanılmaz. Bu gün bile hala bu işe şaşırıyorum doğrusu..
   Ama Ayseli Öğretmenden bu kadar ayrıntılı bahsetmemin asıl sebebi, onu Amerikalı sanmış olmamız değildir. Ayseli Öğretmen benim için çok önemlidir. Zira benim hayatımın yönünü değiştirmiştir. Belki de hayatımı kurtarmıştır. 
   Kısaca anlatayım.
   Daha önce de bahsettiğim gibi, ben lisede iken başarılı bir öğrenci değildim. Hele İngilizcem çok zayıftı. Doğal olarak çalışma alışkanlığım da yoktu. Fakat kaderin bir cilvesi olarak, eğitimi çok ağır sayılan ve üstelik İngilizce eğitim yapılan bir üniversiteyi kazanmıştım. Kazanmamda herhalde o sene ilk defa üniversiteye giriş sınavlarının test sistemi ile yapılması, ve yine o yıl ilk defa uygulanan zeka testlerinin de dersler kadar önemli olması etkili oldu sanıyorum.
   Bir de bu üniversitede sınıfta kalmanın bile belli bir not ortalamasına bağlı olduğu, aksi takdirde okuldan atılma riski düşünülürse benim durumumu tasavvur edin. Hazırlık sınıfında sınıfta kalma seçeneğinin bile olmadığını; yani sadece sınıfı geçme ya da atılma seçeneklerinin olduğunu da ilave edeyim.
   İşte böyle bir durumda, ben bin bir endişe içinde okula başlamıştım. Bu okulu bitirebileceğime hiç aklım kesmiyordu. Fakat ''bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete'' misali umutsuzca derslere asılmaya başladım.
   Haftalık ve aylık yapılan sınav sonlarında öğretmenimiz gerekli düzeltmeleri kırmızı kalemle yaparak sınav kağıtlarını bize geri veriyordu. Bunu yaparken kağıtları not sırasına göre dizer; en iyi not alanın kağıdını ilk önce, ve en düşük alanın kağıdını da en sonda verirdi. Tabii ki benim kağıt her zaman en altta idi..
   Birde şu bilgiyi vereyim; notların ortalaması hesaplanırken aritmetik ortalama alınmazdı. Birinci sınavın yüzde otuzu ile ikinci sınavın yüzde yetmişi toplanarak not tespit edilirdi. Böylece ilk sınavların sene sonu ortalamasına etkisi çok az olurdu.
   İşte Ayseli Öğretmen!in önemi benim için burada başlıyor. Benim iyi niyetimi ve gayretimi gören öğretmenimiz sonsuz bir sabır ve hoşgörü ile sürekli bana moral verir ve beni motive ederdi. Ben de ona mahcup olmamak için çok sıkı çalışırdım. Bu nedenle, başlangıçta bana çok zor gelen İngilizce giderek kolaylaşmaya başlamıştı.
   Böylece birinci sömestrin sonuna doğru notlarım nispeten yükselmeye başlamıştı. Ama hala sınav kağıdım en altta geliyordu. Sömestr  final sınavında iyi bir not almayı başarmıştım. Fakat buna rağmen not ortalamam geçer not olan 60'ı bulmuyordu.
   Sömestr tatiline gitmeden önce sömestr not ortalamalarımız bildirildiğinde gözlerime inanamadım. Ortalamam 60 idi!
   Bu moral ile gittiğimiz tatil dönüşünde yine dersler ve sınavlar tüm hızı ile başlamıştı. Ama benim de şaşırdığım bir gelişme oldu. Benim sınav kağıtlarım en alttan en üste doğru hızla yükseliyordu. Mart ayı sonunda ise en üste çıktı ve sene sonuna kadar da hiç inmedi. 
   Bu gerçekten bir mucize idi ve bu mucizeyi gerçekleştiren de Ayseli Öğretmen idi! Onun sayesinde olmuştu..
   İşte o zaman dedim ki, ''Bu öğretmen benim hayatımı kurtardı. Eğer ileride bir kızım olursa onun adını vereceğim''
   Gerçekten de evlendikten sonra Allah bana bir kız evlat verdi. Tabii ki sözümü tuttum.
   Kızımın adı AYSELİ'dir!
   Yine Ayseli Öğretmen sayesinde moral ve motivasyonun hayattaki önemini öğrendim. Eğer bir insan bunlara sahipse güçlü bir öz güvene de sahip olabiliyor ve en ümitsiz zamanlarda bile mucizeler gerçekleştirebiliyor. Ben bu tespitin faydasını ilerideki sosyal ve iş hayatımda da çok gördüm. Gördüğümün en önemli kanıtı da Çaycuma gibi büyük bir ilçenin yıllardır ezilen halkının arasından çıkabilmiş ilk ve tek genel müdür olmamdır. Halbuki normal şartlarda olabileceğim yer EKİ'de maden işçiliği idi.
   Burada bu yazıyı sizlerle paylaşma amaçlarımdan birinden daha bahsetmek istiyorum. O da eğitim sistemi ve öğretmen - öğrenci ilişkisinin önemini göstermektir. Batılı tarz bir eğitim anlayışı ile öğrenci psikolojisini iyi bilen bir öğretmenin kötü bir öğrenciyi bile başarılı bir öğrenci haline getirebileceğinin somut bir örneği benim bu hikayemdir. 
   Son söz: Bu hikaye, iyi bir öğrenciyi bile okuldan soğutan; ve ülkemizde maalesef bolca bulunan  kötü öğretmenlere ders olmalıdır!
   Ha, Ayseli Öğretmen ile iletişimimizin hiç kopmadığını ve sık sık görüştüğümüzü de eklemek isterim.
   Prof. Dr. Ayseli Usluata, Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanlığından emekli olduktan sonra halen bu üniversitede part time ders vermeye devam etmektedir. 
   Kendisine sağlıklı ve mutlu uzun bir ömür diliyorum.