Şakası olmayan bir çıkmazın içindeyiz şüphesiz ki!
Dünya gündemi bu ölümcül virüsün etkisiyle çalkalanıyor.
Kulağımız bize iyi gelecek seslere kesildi. Bir umut bekliyoruz tez zamanda.
Bilimsel makalelerden köşe yazarlarına, radyolardan ekranlara ve bu çağın bir başka iletişim ağı olan sosyal medyada, konunun vahametine dikkat çeken, yazılı sözlü söylemlerin ardı arkası kesilmiyor.
Bilirkişi olmak arzusu değil bu, bilen kişi olmak için fikir yürütmek, sorgulamak, anlamak üzerine çabalamak sadece yapılan. Çünkü bir ötesi çaresizlik, bir ötesi teslimiyet ve kabullenmek!
Günün yıldızı olmanın çok ötesinde durumun ciddiyeti zira!!!
Önlemler, yapılması gerekenler, madde madde sıralanırken, hiçbir insan, kendini garantide hissedemiyor…
Ülkeyi yöneten siyasi otoritenin, tüm dünyada olduğu gibi bu beladan en az kayıpla nasıl kurtuluruz arayışları da gündemin birinci sırasından düşüyor manşetlere.
 Birbirinden haz etmemek bile kendini savunmasız kılıyor. Teslim olmak; hiç kukusuz içinde bulunduğumuz durumun adı.
Varsayımlar üzerinden hareketle anlamaya çalıştığımız bu çaresiz gündemi, tarih de yer bulan acı tecrübelerle güncelliyor olmak, bir sonuca varmak ve çözüm bulmak adına kaçınılmaz elbette.
Deneysel bir ölüm kalım meselesinin tam da ortasındayız yani. Deney yapıldığı, yapılıyor anlayışı, daha çok hâkim zira.
Virüsün künyesini çıkartan bilim insanlarından öğrendiklerimiz, bu yolculuğun uzun bir yolu olduğunu koyuyor ortaya.
 Yılandan çıyandan bulaştığına dair olan ilk saptamalar, bize Çini adres gösterirken, bir başka öngörüde, biyolojik bir virüs olduğu yönünde.
Ulusal basında bu konuda fikir yürüten birçok köşe yazarı, ortaya beyaz perdede işlenen ve sonrada izleyicisinden tüm dünyaya servis edilen, akıl dışı bir örnekleme yapmışlar. Akıl dışı diyorum çünkü aklım almıyor.
“Scott Z. Burns’ün yazıp Stephen Soderbergh’ün yönettiği ve 2011'de gösterime giren film, dünya çapında 26 milyon insanın ölümüne yol açan kurgusal bir hastalığın hikâyesini anlatıyor.”
Provası yapılan ölümcül bir virüsün, dünyayı esir aldığını söylüyorlar.
İnsanoğlunun kendi katili olabilme ihtimali ve zaman zaman gerçekliği amacımızın ne olduğunu sorgulatıyor, en azından bana. Yaşamak denilen yolculuk, bitiş zamanında ki bileti kendi kurallarına göre mi kesiyor.
Gezegendeki canlıları deneysel virüslerle öldürme düşüncesi “eğer öyleyse” neden hâsıl olur ki.
 Beyaz perdede boy gösteren onlarca akıl dışı senaryoların, sonların, “ikiz kuleler mesela ”hafızadaki izleri hala daha sıcak, onlarca olay ve gerçeklik arşivlerde mevcut. Belki bu virüs de söylendiği gibi bilinçli hazırlanan deneysel bir biyolojik katliam kim bilir.
Büyük felaketleri, öncesinde beyaz perdeye, oradan da gerçek yaşama adapte etmek ve sonu ölümle hüsranla biten final sahneleri çekmek, anlaşılır bir şey olabilir mi?
Böylesi bir algıyı hangi alternatif öneri, iyicil düşünce ortadan kaldırabilir.
El ayak yıkamayla, hijyen kurallarıyla, dahası kabuğumuza çekilmekle, üstesinden gelinebileceğine olan inanç, kafa karıştıran söylemlerin gölgesinde pek inandırıcı gelmiyor doğrusu. Denemekten, uygulamaktan başka bir çarede yok hali hazırda.
Nasıl türediği ve nasıl ürediği konusunda ki tatmin etmeyen açıklamaların, nasıl kurtuluruz konusundaki arayışların ve çaresizliğin, üzerimize bıraktığı psikoloji kaldırabilmek, ilerleyen zamanlarda bir hayli zorlayacak insanlığı. Hele bir de mutasyona uğrama ihtimali var ki iyimi kötümü olur sonucu, bu da bilinmeyenler arsında şimdilik.
Senaryodan beyaz perdeye aktarılan birçok belanın kobayları olmak, sahnedeki figüranlar gibi senaryoya uyum sağlamak ve eli kolu bağlı Azrail’i beklemek, kabul edin ve ya etmeyin yarına dair umut içermiyor.
Güç savaşlarının boyut değiştirmesi, biyolojik silahlar üretmeyi öncelik yapıyor. İnsanoğlu kendi kendinin katili olmayı başrol sanıyor.
Azrail bu duruma ne der bilmiyorum ama artık kötücül beyinlerin sonsuza değin karantinaya alınması şart görünüyor. Korkuya doğru itiliyoruz, korkuyoruz ve ölüyoruz ama farkına varamıyoruz. Şu halde daha çok senaryo yazıp, sahneye koyar ve çok kurban verir bu gezegen.