Şimdi unutuldu, Soğuksu tarafındaki kargo rıhtımı, çok sonra, 1950’li yılların ortasında yapıldığı için “Yeni Liman”, kuzey mendireğinin bulunduğu tarihi iskeleye de “Eski Liman” denirdi çocukluğumda… Mimar Yanko’nun 1900’lerin hemen başında yaptığı “Eski Liman”, o vakitler, şimdiki gibi boynu bükük bir zavallılığı, çırçıplak bir yalnızlığı paylaşmıyordu kesinlikle… Ereğli Kömürleri İşletmesinin renk renk gemileri, kömür yüklü mavnaları, boy boy römorkörleri, kılavuz botları, maçunası, kovalı tarağı, karınca gibi koşuşturan işçileriyle üreten Zonguldak’ın en varsıl yüzünü yansıtıyordu…
 
Daha önce de yazdım, babam, burada, “EKİ Eski Liman Atölyesi”nde çalışırdı… Çocukluğumun büyülü mekânlarından biriydi o atölye… Giriş kapısının sağ tarafında, Atölye Şefi Sıtkı Usta’nın makam odası olarak kullandığı asma kata çıkan merdivenin üç-beş adım ötesindeki tornada işlenen metalden, helezonlar çizerek çıkan talaşı efsunlanmış gözlerle izlerdim… Kulağa hoş gelen bir uğultuyla çalışan makinede o helezonların yapıldığını düşünürdüm… Çocukluk işte… Onların, süpürgeyle toplanıp bir fıçının içine özensizce atıldığını görünce hayallerimin yıkılmış, nasıl da üzülmüştüm…
 
HER GEMİNİN AYRI BİR HİKAYESİ VARDI
Hele Demirci Mustafa Amca’nın körükle tavladığı ateşte nar gibi kızarttığı demire elindeki çekiçle bin türlü şekil vermesi aklımı başımdan alırdı… Bir demir parçası, 5-10 dakika içinde bir sanata eserine dönüşürdü örsün üzerinde… O atölyeye en çok da karne aldığım günlerde gitmeyi severdim… Okuma yazması olmayan babam “Baştan aşağı pekiyi” diyerek eline tutuşturduğum karneye ışıltılı gözlerle bakar, sonra gururla arkadaşlarına gösterirdi… Mükâfat olarak aldığım, hepsini toplasam şimdiki çocukların bir günlük AVM eğlencesine yetmeyecek harçlıklar karne sevincimi üçe, beşe katlardı…
 
Sonra EKİ’nin limanda demirli duran gemilerini gezdirirdi babam… Her geminin ayrı bir hikâyesi vardı… Kiminin adının nereden geldiğini anlatırdı uzun uzun… Sefer Garip mi, yoksa Mehmet Muslu mu hatırlamıyorum şimdi, batmaya başlayan bir gemiden Atatürk portresini çıkarmak için dalıp, bir daha çıkamayan bir gemicinin adıydı örneğin… Limanın büyüyemeyen çocuğu gibi süzgün duran Armutlu, ağır işçisi olarak ortalıkta fır dönen Meltem römorkörü de özeldi ama söz Yıldız’a gelince yüzü bir başka ışıldardı… Tekmil Karadeniz’in en güçlü römorkörü, amiral gemisiydi o babama göre…
 
BİRİLERİ, “SEN, SEN OLMA, İTAAT ET YALNIZCA” DİYOR
Bayramlarda bir düğün evi gibi ışıklandırılan Meltem, peşindeki mavnalarda yanan meşalelerle fener alayına çıkardı liman içinde… Bu gelenek yok edildiğinden beri bayramların da eski tadı yok artık… Tıpkı o zamanlardaki övünçlüyüm, o bayramların ışıkçısıydı babam… Mavnalarda mazotlu üstüpülerle hazır bekler, feri sönen meşaleleri canlandırırdı… Çocukluğumun bir bölümünün geçtiği Soğuksu’nun tepesindeki evden huşu içinde izlerdim babamın bayram ışıklarını… Bazen beni de götürdü yanında… Mavnadaki o telaşlı koşuşturmaca, kentteki o bayram heyecanı nasıl da bir başka kılardı beni…
 
Birileri emretti, girmek yasaklandı oralara… Çatalzeytin’deki köyümüze gitmek için yıldızlı gecelerde içim dışıma çıkarak yolculuklar yaptığım köhne vapurlara bindiğim rıhtıma yaklaşmam mümkün değil artık… Okuduğum okulları, çalıştığım işyerlerini, evlendiğim düğün salonunu yıkıp kentteki ayak izlerimi silen izzetli efendiler, babamın ışıklarını da söndürmemi istiyor şimdi… “Sen, sen olma, itaat et yalnızca” diyor… Ne kendimden, ne hatıralarımdan vaz geçeceğim, ne de babamın ışıklarını söndüreceğim içimdeki… Anlamsız yasaklara sonuna kadar direneceğim… Bedeli ne olursa olsun…