Ekselans sanatçı Şafak Tortu ile aramdaki farklardan biri adı üstünde onun ekselans benim bir sokak sanatçısı olmam. Hele bu yaz artık bunun deniz ve çimen kokusunu iyice aldım sahil boyunda. İçi ağaç kokan maden galerisi şeklinde sergi galerisinin üstüne gerilmiş çuvalları boyarken ben bir Gezi sanatçısıydım. Kurduğumuz karikatür ve karakalem standının karşısındaki galeriye gerili temiz çuvallara baktıkça yerimde duramıyordum. Bu çuvallar yağmur ve rüzgârlar başladığında lime lime olmadan üstüne bu sene tanıştığım bir iki teknikle resim uygulamaları yapmak istiyordum.

 

Kimden izin alacaktım? Resim yaparken izin almak zaten ters geliyordu. O yeri satın mı alacaktım? Günü kurtaran bir iki portre çizdiğimde elime geçen üç kuruş parayla sevinçten göbek atıyordum neredeyse… O çuvalların gözcüsüydüm. Göz de koymuştum. Gittim milyoncudan bir iki kutu ayakkabı boyası aldım. Kafama koyduğum bir iki çizim vardı. Galerinin üstündeki gerili beyaz çuvalların karşısına oturup yazın bunaltan sıcağına da aldırmadan bir madenci portresi ile koyuldum işe. İlk tepki Mithatpaşa’da oturan bir dededen geldi! Torununu ve gelinini gezdiriyordu sahilde. “Vay” dedi arkamdan! “Adama bak benim gibi ressam ha…” durdular başımda bir süre… Sonra elimdeki ayakkabı boyası malzemesini görüp “Adama bak benden daha ressam ha… Ayakkabı boyası ile çiziyor resmi…” Güldüm, “Sen de mi çiziyorsun…” “Evet ama ben duvarlara, kömürle… Fakat şimdi ayakkabı boyası da kullanıcam… Hiç aklıma gelmezdi, ayakkabılarımı boyadığım boyayla resim yapılacağı…

 

 

İlginçti gerçekten de bu yaz maden galerisi şeklinde yapılmış sergi galerisinin yanında açtığımız stantta yaşadıklarımız. Zonguldak’ın limana bakan siluetini neredeyse karanlıkta yaparken… Ki oranın sokak lambaları yanmadığından, bir türlü de özellikle galerinin içini elektrikle aydınlatıp gece dolaşanların merakını gideremediğimizden üzülüp durdum! Ama karanlıkta da olsa gözlerimle gördüğüm, ellerimle hissettiğim kadarıyla devam ettirdiğim resmi (Çünkü yarının sıcağına da bırakmadan etkisini görmek istiyordum insanlar üzerinde) yaparken Kütahya’dan, Tokat’tan buradaki madenlerde staj yapmaya gelmiş öğrenciler flaş patlatmaya başladılar arkamdan. Sonra da sorular sormaya. “Resim çekiyoruz ama sakıncası var mı?” “Facebook’ta paylaşsak olur mu?” Burada staj yapıyorlarmış. Zonguldak’tan bir anı götürmek istiyorlar. Vesile olduk. Birkaç tane de portrelerini çizdim yine cılız bir ışıkta. Öğrenciler işte! Ortamın olanaksızlıklarına karşı daha hoşgörülüler. “Abi vakit yok zaten, yarın sabah ilk otobüsle gideceğiz, anı olsun diye Zonguldak’tan.”

 

TUHAF ŞEYLER YAŞADIK BU YAZ

Canlı karikatür, canlı karakalem portre çiziyoruz. 10 liraya… Millette çok para olmadığını da anladık. Ya da bizim muhit biraz tersti. Hem ucuz bulan, hem “mutlaka çizdirmeye geleceğim” diye gidip de geri gelmeyen onlarca kişi. Anladık ki herkes kuruş hesabı yapıyor. Almancılar kurtardı nerdeyse bu yaz bizi. En çok onlar oturdu karşıma. Birli, ikili, bazen üçlü… Bir taraftan çizim yaparken bir taraftan söyleştik modellerimle. Zonguldak üzerinden gündem oluşturduk kendi çapımızda. Ne güzeldi, belki de bir daha hiç görmeyeceğim birçok kişi ile yarım saatliğine de olsa ahbap olmak. Sokak sanatçılığının en güzel yanı bu.

 

Ne kadar sokak sanatçısı da olsak, Zonguldak çocuğuyuz işte. Bazen işler kesat olduğunda dostlar geldi oturdu karşımıza. Başkalarına örnek olması için portrelerini yaptırdılar. Mehmet İrtegüv ağabey acıkırız diye durmadan bir şeylerle takviye etti midemizi. Bazı dostlarımızın kişisel iyilikleri olmasa zaten devam ettirsek de çok çok zorlardı bu sokak direnişimiz. Gelen giden dostlarımızın tadına doyulmaz muhabbetleri unutulmaz hazlar verdi. Bazen günlerce süren kesat durumu bu muhabbetlerin görkemiyle unuttuk. Hatta bazen gelen müşteri ile ilgilenmeyip sohbeti tercih ettiğim oldu ki, o dostlardan özür dilerim. Fakat biz de insanız sonuçta, makine değiliz ki! Bazen iki muhabbet hoşluğundan sıyrılmak istemiyorsun, bazen de elin kaleme küsüyor, korkuyor ondan, gelen müşteriyi kaçırtmak işten olmuyor! Tuhaf. Tuhaf şeyler yaşadık bu yaz. Tır şoförlerinin gemiye binmeden önce çocuğunun fotoğrafıyla yan yana,  arabasıyla çoluk çocuk Türkiye’yi dolaşan ailelerin Zonguldak hatırasına, düğüne gelmiş sıkılan çocukların karikatür portrelerini yaptım.

 

Siz hiç yere yıkılmak üzere olan bir sarhoşun portresini yapmak zorunda kaldınız mı? Ben onun da portresini yaptım. “İyi çiz ha…” diye yarı sızar vaziyette tehdit ederken, yanımdaki sanatçı arkadaşlarımdan biri “Ben olsam çizmem” deyip gittiydi. Sokağın kanunu. Orası benim muhitimse ve ben sokak sanatçısıysam, işin biraz da böyle yanları var işte. Çoğu sarhoştan zarar gelmez. Biraz patavatsız konuşurlar sadece. Ama portresini beğenen ve parasını öderken delikanlı ağzıyla emeğime iltifat eden sarhoş arkadaş da bu yazımın bir parçasıydı, Sanat Sokağımızın misafiriydi.         

 

ŞAYET KARİKATÜRİST OLSAYDINIZ?

Karikatürist olsaydınız, Zonguldak’ta ve bir yerel gazete de çalışsaydınız, kazandığınız paraya biraz zor geçinirdiniz ve aklınız espri bulmakta değil günü kurtarmakta olduğu için büyük bir keyifsizlik ve de sıkıntı içinde hayata baktığınız kocaman sanat evreninden gördüğünüz küçücük çıkar ilişkilerinin mide bulandırıcı yapısını da aşmaya çalışarak belirsiz hayatınızı sürüklerdiniz kâğıt parçalarında… Karikatürist olsaydınız, size akıl öğretmeye çalışan bir sürü espri bulucunuz olurdu ve hepsi de kendi dünyalarından baktıkları için yeteneksizliklerini yüzlerine vurmadan gerçek espriyi aramayı sürdürürdünüz. Karikatürist olsaydınız, pek mutlu olmazdınız ama mutluluktan uçmuş bir sürü kişinin okumasını yapardınız 24 saat.  Karikatürist olsaydınız, çok rahat sokak sanatçısı olurdunuz benim gibi. Her yer karikatür, her yer espri… Açıkçası çoğu kişi için Zonguldak’ta karikatürist olarak yaşamını devam ettirmek eğer mirasyedi değilseniz sadece mantıkdışıdır.

 

Bu yaz mevsimi Zonguldak sahil yolunda sokak sanatçılığını iyice denemekle geçmesi yanında bir kere daha “Sanat Sokağı” kavramı için özellikle sanatçı dostlarımı davet ettim standımıza. Bu bizim eksikliğimiz değil, maalesef şehir konusunda düşünmesi gereken karar alıp uygulayıcıların dar görüşlülüğü, uzak görüşlülük konusundaki zayıflıkları. Onlar da böyle günü kurtarıyorlar işte. Seçim yaklaşıyor diye daha fazla basına oynamaya başlıyorlar. Bir şeyler kaparız diye daha fazla atıp tutmaya başlıyorlar. Güzelim Zonguldak’ı izdüşümlerle kâğıtlara, tuvallere, duvarlara resmederken hele de bunları birçok kişi ile paylaşıp yaparken yaşıyoruz bunları. Çok seveni var Zonguldak’ın. Çok aşığı… Çok yalnızı. Hepsi kendi dünyasında birer ekselans. Lakin hepsi örneğin Liman Arkasından Fener’e bir varagel yapılamamış olmasını, sidik kokan o tünellerin yıllardır biçare hallerini, betonlarla çirkinleştirilen kentte merdiven boyamayı daha yeni akıl edebilmeyi, her yeri hor kullanılan güzide emek kentinin kaderine bırakılmış sokak çocuğu hallerini… Görüyor ve üzülüyorlar.

 

Bu kentte vali, belediye başkanı, müdür, atanmış, seçilmiş, bürokrat, siyasetçi kim varsa hepsinin gerçekten ter dökerek 10 kat daha fazla çalışması lazım. Makam masalarının ilerisine sokağa çıkmaları sokak siyasetçisi olmaktan korkmamaları lazım… Öyle masa masa dolaşıp el sıkarak değil. Bizim gibi yılgın sokak köpeklerimizin kendiliğinden başını okşayıp, önlerine bir tas su koyarak. Bu kentte ne kadar çok günü kurtarmaya çalışan insan var, görüp kafa yorarak. Bu kent ne kadar güzel bir kent, şöyle karşısına geçip tablo gibi esinlenerek… Yere atılmış bir izmariti alıp çöpe atarak. Sonra başını kaldırıp, görürsün işte çarpık yapılaşmayı, yanmayan sokak lambalarını, ofislerine çekilmiş onlarca üst çalışanın lüks arabalarından inmeden Zonguldak’ta yaşayıp aslında hep teğet geçtiklerini.