Bu şehri seviyorum, bu şehirde yaşamak istiyorum” diyebilirim rahatça fakat bu ayrı bir şey! Mekânı sevmek, içinde yitip gitmek tamam da onun verdiği sıkıntılar ne olacak? Adımlamak, aynı yerlerde aynı şekilde oturup kalkmak giderek dayanılmaz bir hal alıyorsa bir de. Kuruyan sadece liman arkasındaki yılların ‘taşdelen inciri’ değil. Bu bağlamlarda şehir kültürü içinde harmanlanan yiğitlik geleneği… Yani insan davranışlarındaki esasilik; her şeye rağmen güvende olduğunun, içinde oyun olan oyunların aleti olmadığını hissettiğin iç huzuru ile ilgili durumlar. Yani bırakın maddi manevi kurallarınızı iç huzurunu bile sabahtan akşama mahvedecek bir sürü kültürel şey mevcut şehirde. Bunlar yüzünden insana özgü tüm nitelikler sallanıyor zamanımızda. Horlanıyor. Daha önce de bir yazımda bir şekilde geçirmiştim hatırladığım kadarıyla; birçok kişi için belli bir özgül ağırlığa sahip bile değiliz insan olarak. Varlığımızla yokluğumuz bir. Bunu en iyi sokak hayvanları bilir herhalde. Bir bakarlar bir gün sempatik görüldüklerinden yerlere göklere sığmaz bir sevgi gösterisi ile karşılaşırlar; bir gün sonra tam tersi ile… Birden kıçlarına tekme yiyebilirler; üzerlerine çöp dökülebilir; uyuyacak, sığınacak yer bulamazlar ve oradan oraya kovalanırlar… En hafif halleri ile bunlar olabilir.

 

     Zonguldak’ta yiğit geçinenleri gördükçe kahraman kavramına döneminde en modern yorumlardan birini getirmiş cool Clint Eastwood filmlerini izlemek bile keyif vermiyor doğrusu. Gerçi Bertolt Brecht’i birazcık okumuşsan bu kavramın ne kadar sığ olduğunu duyumsarsın zaten. Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay eskiden “kaçış filmleri” derdi; bugünlerde onlar yüzünden filmlere bile kaçamıyorum. Sıkıntıdan şehrimizin hiçbir kahramanını gazete haberi olarak bile görmek istemiyorum. Millette var süper kahraman, bizde hep ego kahraman! Şişkinlikten patlayacaklar diye ödüm kopuyor.

 

      Gitmiyor; gidemiyorum da; kaçamıyorum da! Yine de tüm bunları olağanlaştırmak zorundayız yaşamak için. Açıklayıcı nedenler üretmeliyiz. Onarmaya gücümüz yetmediği için oyalanmaya çalışıyoruz yani.

 

      Galiba yine de en çok yıllar önce kendi yaptığım ve bazı yerlerde yayımlanan çizgi romanımın adı uygun bu ruh haline: “Metodik Hapishane”… Bu örnekle daha iyi algılıyorum; insan kendini biliyor! Kendi kendimizi hapsettiğimiz aptallıklar üzerine kurulu komedi yaşamların bir nitelemesi bu adlandırma. Yıllar sonra yeniden kullanmak ve anlamının yitmemiş olduğunu görmek bir parça avunç verdiyse de, içimdeki obruğa düşmekten alamıyorum kendimi. Paraları olduğu halde yıllardır içindeki bu obrukları büyüttükçe büyütüp halen aynı sıkıntılı tonları üzerinden atamayan üstatlarımıza ne demeli? Galiba pek azı başarıyor mutlu olabilmeyi. “Mutluyum” diyenlere inanmak ise içimden gelmiyor. Mutluluk o ise eğer, Abidin sizin için tefrikalarını çizerdi be…

 

      Aslında sahiplendiği köşeyi ölümüne koruyan yeğenimin kurt köpeği de olmasa çocukluğumun geçtiği ara sokakları dolaşasım bile yok. Üzerlerine birçok kişiden daha fazla yazıp çizmişliğim var oysa… Köpeği gezdiriyorum; evde daraldığımda; apartmanın lağımı tıkanıp bizim giderlerden çıktığında ki insan bu tür şeyleri yılda bir kere geleneksel bir şekilde yaşayınca olağan geliyor artık! Beklediğim iyi bir gelişme asla olmadığında, yani günlük hırgürün hiç bitmediği savrulmalarda falan filan kendimi köpeği mutlu etme bahanesiyle dışarı atıyorum. Onun sevinçten kuyruk sallaması, boynunu size uzatmasının verdiği mutluluk başka bir yerde yok. Kafanızı dağıtan resim yapma keyfine bile bu kadar kaçamıyorum. Çünkü sanıldığının aksine resim için odaklanmak hiç kolay bir iş değil. Odaklanabilenlerin de yaptıkları resim mi, başka bir şey mi isteyenle tartışırız. Hele de şu son gördüğüm birkaç resim sergisinin sırf çerçeve pazarlamak amaçlı olduğunu hissettikten sonra “iyi resim” kavramı üzerinde durmaya başladım: “Kötü resim” üzerinde bu köşede biraz kafa yormuştuk, “iyi resim” üzerine de bir şeyler söylemeli, diye düşünüyorum ama bu yazıyı okuyan kaç kişi ki? Neyi halledeceğiz nihayetinde?

 

     Kurt, nasıl doğal ortamından sökülüp alınmış şehir içinde insana yardımcı olmaya yönlendirilmişse, çoğumuzda doğamıza uygun hareket şansını bulamıyoruz. Bizim “Pars” su satıcısı araçların mahalleden geçerken çaldıkları cıngılları duyunca başlıyor hazin hazin ulumaya. Bir köpeğin uluması uğursuzluk sayılır bizim kültürde ya, nedense? Hiç oralı değilim. Sadece o kulak tırmalayan cıngıllar da neye tepki veriyor bilmek isterdim! Neyi özlüyor, kimi veya nereyi anımsıyor, özgür olamadığı için mi uluyor soruyorum kendime. Doğasına bunca aykırı beton yığınlarının ve aptal apartman hayatının ortasında en azından uluma özgürlüğünü tanımak lazım onlara. Şu “özgürlük” kavramı da hiç bu çağda olduğu kadar anlamsızlaşmamıştı galiba. Bunca kötü yönetici, kapitalist acımasızlık, vahşi yönetme anlayışı, bankalar, torba yasalar, aldığın nefeste gözü olanlar varken hangi şiirsel özgürlük? Şiirlerde kalan…

 

Sokak Tarihinizin Bugününde Ne Var Ne Yok

 

     Bildiğiniz ve anılarınızda yaşattığınız yerlerin bugününe ulaştığınızda ki arada bir ulaşmalısınız zamanın sürekliliğine bir kere daha tanık oluyorsunuz haliyle. Çocukluğunuzda, ergenliğinizde veya gençliğinizde mekân bellediğiniz o yerlerin bugün kimlerin yaşam alanları olduğunu da görüp zamanın sizden ibaret olmadığını duyumsamak gerekiyor. Pars’ın dolaşmayı en sevdiği yerler müthiş koku alma duygusu ile yiyecek bulma umudunu taşıdığı okul meydanları. Ki evveliyatımızdan beri ezbere bildiğim yerler. Yayla İlkokulunun eskiden sinema olan tarafındaki merdivenlerinden çıkıyoruz. Köpeğin beni yönlendirmesine izin veriyorum ve büyük ihtimalle pek çok köpek erbabına göre yanlış yapıyorum. Çünkü o komutanın kimde olduğunu söz dinlemesi açısından öğrenmek zorunda. Bir yarı eğitimci olarak bu eğitim sisteminde bu duyguyu kulak arkası ediyorum. Bari Pars bu kadar bir özgürlük yaşasın. Gerçi beni sürekli çöp tenekelerine, poşetlere çekip duruyor ve bende ona “çöpçü” diye yeni bir ad yakıştırıyorum ama olsun o çöplerin başkalarının mamaları olduğunu ikimizde biliyoruz sonuçta ve dokunmuyoruz.

 

      Sonra, Atatürk büstlerine bizden daha meraklı Pars. Kız Mesleğin ve Yayla İlk Okulunun Atatürk büstlerinin önüne gidip saygı duruşu yapacak neredeyse. Beni aldığı kokunun kökenine götürüyor; büstün arkasına bir çomar sığınmış; gözlerden uzak kalmaya çalışıyor. Bu keşif uzun bir süre sonunda oluştu. İlkin sadece oradaki çöp tenekesinin kokusunu alıyor sanıyordum ve beni oralara sürükledikçe biraz hâkimiyeti ele alıp yön değiştiriyordum. Meğer amacı o bölgeyi yaşam alanı olarak kullanan çomarın nasıl bir şey olduğunu görmekmiş. Hiç hırlamıyor havlamıyor ona, rahatsız etmemek için bahçe dışına çıkıyoruz zaten. Uzun uzun durduruyor beni orada Pars. Büstü süzüyor parmaklıkların oradan, bekliyor ilgili bir şekilde. O gün, ha bire yaşam alanlarının önünden geçtiğimiz için peşimize takılıp bizi kovalamaya çalışan bir genç Sibirya kurdunu ve başka yerde de sinirli bir teriyeri affetmedi! Burnunu buruşturup, dişlerini gösterdi ama günlerdir saklanan gariban çomarın köşesini keşfettikten sonra sadece içi rahatladı sanki. Çünkü biliyorum birbirlerine koku bırakıp duruyorlar…

 

      Gazi Paşa Çetesi diye, bir ara nice çeteleri kulak arkası ederken gariban hayvanları kasteden yazıları boş vererek onların gözüyle algılamaya çalışıyorum. Şehrin sokakları pati izleri ile imzalı ve öyle de kalmalı. Yok, aslında bende ısırıldım; hem de geçen yaz! Açlıktan sonunda ben bile ısırabilirim birilerini! Oburca bütün kaynakları bunca sömürmeye devam ederlerse gözümün önünde! Yiğitler! Mertler! Kahramanlar! Kabadayılar! Zartlar, zurtlar!

 

    Kavramların içi boşaldıkça boşalıyor; Pars, belki de su satan araba geçerken çalınan cıngıla o yüzden uluyor hazin hazin.