Geçtiğimiz gün,  ismini, İletişim’den aldığım kitapların kapak tasarımcısı olarak ezberlediğim Ümit Kıvanç’ın, daha önce internetten izlediğim “16 Ton” adlı belgeselinin gösterimi vardı Makine Mühendisler Odasında… Sonrasında keyifli bir sohbeti paylaştığımız Kıvanç, olağanüstü çalışmasıyla bizi bize anlattı adeta… “Vicdan ve serbest piyasaya dair bir film” alt başlığıyla gösterime giren film, kent tarihi açısından da ciddi bir belgesel niteliği taşıyordu. Balkaya’da kömür toplanılan günlerin çoktan unuttuğum görüntüleriyle Kandiili grizusunda çekilmiş fotoğraflar çok ilgimi çekti örneğin benim…
 
Görüntülerin arkasında akan metin, sağlam olduğu kadar değme Zonguldaklının duymadığı bilgilerle doluydu. İş kazaları istatistikleri, işçi direnişleri, havzanın tarihsel gelişiminin yanı sıra, bir de, “amele evleri projesi” öyküsü vardı ki, az bilinen bir gerçeği anlatıyordu bize: “Osmanlı, Cumhuriyet olmuştu ama devlet yine devletti. İlk akla gelen şu oldu: ‘Ocakların civarına amele mahalleleri kuralım, işçileri buralarda toplayalım, gözümüzün önünde olsunlar.’ Devletin aklına gelmeyeni Avusturyalı Profesör Bartel Grannig söyledi: ‘Bu işçileri köyden koparıp bir araya toplarsanız sonunuz iyi olmaz.”
 
BİR KENTİN KÜLTÜRÜ NASIL OLUŞUYOR
Kıvanç, ulu bir anlatıcı olarak devam ediyordu belgeselde: “Grannig, ABD ve Avrupa’da madencilerin yürüttüğü gözü kara mücadelenin nelere yol açtığını bilen biriydi. ‘Madenlerin civarına tamamen denetleyebileceğiniz amele yerleşimleri kurun,’ dedi, ‘ama buralarda köy hayatını devam ettirin. Madenciler kendilerini sanayi işçisi gibi hissetmesin…’ Gerçi amele köyleri projesi sökmemişti. Gelik ve Karadon ocakları için bir amele köyü kurma amacıyla Kilimli’nin Cumayanı köyünü istimlak etmeye kalktıklarında halk karşı koymuş, bu maceranın patırtısız yürümeyeceği anlaşılmıştı.”
 
Gerçekten de belgeselde anlatıldığı gibi, devlet, madencilerin “işçileşmesinin” önüne geçmek için, onları, “köylü” olarak koruma yoluna gitti. Ta Dilaver Paşa’dan kalan münavebeli çalışma örüntüsünün bugün bile sürdürülmesinin amacı biraz da buydu. İşçilerin maden şirketlerine olan aidiyet duygusunu artırmak için, her şirkete, işçi aldığı köylerin kimi hizmetlerini görme zorunluluğu da getirildi. Belli yaşın üstündekilerin rahatlıkla anımsayacağı, EKİ’nin köylerde yol, çeşme, cami yapma, okul onarma gibi işleri üstlenmesi işte bu kültürden mirastı…
 
ZIT KARDEŞLERİN KİRLİ İŞBİRLİĞİ
Kıvanç, tam da işçilerin, “Madenler bizimdir” diyerek kendini ocaklara kilitlediği zamanda, “Kimse bu insanlık dışı koşullarda çalışmamalı, o maden çıkmamalıdır” diyerek aykırı bir ses yükseltti. Bana göre, bir çığlık gibi yükselen vicdanının bir sesiydi bu. İnsanlığın bir kısmı karanlıkta sürünmeye devam ederse, öbür kısmı trenle gezebilir ya da buharlı gemilerle savaşabilirdi” çünkü… İtirazı bunaydı... Akıl, yoksulları çoluk çocuk madenlere gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından ilahiler söyleyerek kalanları teselli etti” diyerek, birbirinin zıddı iki dünyanın, piyasa denen akıl dışılık söz konusu olunca, nasıl bir kirli işbirliği içinde olduğunu seriyordu gözler önüne...
 
“16 Ton” gerçekten vicdanlara seslenen bir film… Ezberleri bozduğu gibi kente ve hayata dair derin sorgulamalara da itiyor insanı. “Kan, gözyaşı ve ölümler üzerine kurulu bir toplumsal ilerleme yerine, başka gelişim biçimleri bulunabilir miydi?” sorusuyla boğuşurken, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini akıl ediyor, bunca kan ve gözyaşına ah ediyorsunuz… “Günde 16 ton çıkarıyoruz, yine patronlara yetmiyor”  haykırışıyla madencilerin isyanını dile getiren bir şarkının, dünyanın en büyük şirketlerinden birinin reklam müziğine dönüştürülmesindeki utanmazlığa da gülüyorsunuz yalnızca…