Bozulma; Örneğin kapı kilidinin bozulması...
Bozunma; Kasaptan satın aldığınız etin kokması...
Çürüme; Her şeyin bir daha geri getirilemez şekilde leşe dönüşmesi!
Aslında bu üç olgunun devamı da var; Çözülme! Nedense onu söylemeye dilim, yazmaya elim varmadı!
...
1970’li yıllar ülkenin üretimle iç içe umut bayrağını dalgalandırdığı yıllardı. Gelecek güzel günlerin düşü tüm toplumu sarmış, sarsmış ve ayağa kaldırmıştı! Şehirler, köyler, fabrikalar kıpır kıpırdı!
1980’de yapılan faşist darbe, öncelikle gök ekini biçer gibi bu toplumun umudu olan gençleri tırpanladı. İşçileri ve emek örgütlerini talan etti. Sömürü ve vurgun düzeninin temellerini kalın beton duvarlarla ördü.
Bu dönem “bozulma” dönemiydi.
Turgut Özal ve partisi ANAP’ın iktidar yılları, ülke ekonomisinin üretimden koparak dışa bağımlı olduğu çal, çırp; kazan yılları oldu. Bu süreç “bozunma”yı başlattı. Kokuşmuşluk öylesi bir düzeye vardı ki hiç ihracat yapmamış paravan şirketler KDV iadesi adı altında devlet hazinesine çöreklendi. Yani hayali ihracat icat edildi! Bal tutan parmağını yaladı, Anayasa’yı bir kez delmekle bir şey olmaz denildi, “Sana mı kaldı devleti kurtarmak, gemisini kurtaran kaptan!” zehri genç beyinlere enjekte edildi. Hırsızlık, talan, adam kayırmacılık tavan yaptı...
Devlet bir ara bu talancıların elinden yakasını kurtarır gibi olduysa da insanlarımızın soluklanmasına fırsat vermeyen sömürü düzeninin iç güçleri üretimin çanına ot tıkayarak çürüme günlerine sürüklenmemizi getirdi.
2000’li yıllara çürümenin ayak sesleri damgasını vurdu! İktidarı ele geçiren bu sürecin sahneleyicileri, öncelikle parlamentoyu eli çolak, kulağı sağır, gözü kör, dili lal duruma getirdi. Ardından güçler ayrılığı dediğimiz; Yargı, Yasama ve Yürütme çöpe atıldı! Derken adı dünya siyasi literatüründe olmayan Cumhurbaşkanlığı bilmem ne sistemi adı altında bütün gücün tek elde toplandığı çıkmaz sokağa dalındı!
Çürüme, otuz iki kısım tekmili birden bütün sinemalarda halen 7/24 oynuyor! Tarım, hayvancılık ve eğitim öldü! Doğa perişan!
En kötüsü de ağır aksak, şöyle böyle, çürük çarık işleyen hukuk da çöpe atıldı! Şimdi haklının değil, güçlünün hukuku egemen!
 
KORKUYA...
Korkuya mahal yok! Söylemeye dilimizin varmadığı o çözülme hiçbir zaman olmayacak! Her ne kadar “Üretim Toplumu” insan ilişkisi olan “Üretim İlişkileri” yerini “Tüketim Toplumu” olgusu olan “Çıkar İlişkileri”ne bıraktıysa da ülkenin öz dinamikleri henüz ayakta ve kötü gidişin üstesinden gelecek güçtedir!
 
BEN...
Ben sergimi açtım. Mülkiyeti bize ait olan ürün budur. Herkes payına düşeni alsın; safını seçsin! Benim yerim ve safım emeğiyle geçinen yoksul halkın yanıdır! Sırtını sömürü çarkının payandalarına ve onların palyatif öngörülerine dayayan dostlarıma sesleniyorum; halkı yalnız bırakmak sınıfsal bir suçtur! Kendine aydın, devrimci, demokrat, ilerici diyen siz dostlarıma sesleniyorum; aslınıza yabancılaşmayın!
 
ÇANTACI!
Maksut Ağabey köpürüyordu!
Ulan sen kim oluyorsun da beni üç defadır atlatıyorsun? Senin sözün üzerine ben bu yaşımda ta Yalova’dan çıkıp gelmişim, sen havaalanına kadar geliyorsun da sözünü tutmayıp beni atlatıyorsun! Çantacı!
Kolundan tutup gölgeye çektim. “Maksut Ağabey sakin ol, biraz kendini toparla!
Yahu çocuk!” (Hiddetlendiğinde karşısındakine öyle söylerdi.) “Sen de biliyorsun, iki kez söz verdi, ta oralardan çıkıp geldim. İkisinde de bahaneler uydurup beni atlattı. Bu kez telefon edip açılışa geleceğini söyledi, şimdi durmuş zamanı yokmuş, başka zaman gelecekmiş! Ulan çantacı!
Neyse... Öykü uzun. Zamanın bir siyasetçisi Çavdar’ın yapımını üstlendiği bir hizmetin açılışı için üç kez üst üste söz vermiş ama üçünde de gelmemişti. Çavdar’ın köpürmesi bundandı...
Sakinleşince söyleşmeye başladık. Hemen sordum, “Bu çantacı lafını anlayamadım. Ne demek çantacı!
Kırnapçı, ben ÇTSO başta olmak üzere nerede toplumsal bir görev aldıysam yanımda yöremde yer alan bu arkadaşlar benim çantamı taşırdı. Ses etmezdim. Gözümün içine bakarlardı...” diye başladı ve belki iki saat o günlerin serüvenlerini ayrıntılarıyla anlattı.
Elbette insanları vefat etmiş bir kişi üzerinden yargılamak gibi bir çirkinliğin içine düşmeyeceğim. Herkes kendini bilir. Bilenlerin yargısı da zaten yerli yerine oturur.
 
NE ÇOK ÇANTACI...
Bu “Çantacı” nitelemesini daha sonra başka kişilerde ve başka şekillerde hep işittim, gördüm ve tanık oldum.
Birisi önemli bir mevkie mi gelmiştir; birileri hemen onun yanında yöresinde yer tutar. Elinde telefon, şöyle böyle çalkalanıp durur!
Kendi doğrularını rafa koyup yörüngesindekinin doğrularını yürürlüğe koyar çantacı! Aka ak, göğe gök demez. Hiçbir şey yapamıyorsa susar! Zorlarsan efelenir. Seni hedefe alır!
Çantacıların toplumsal yolculuğu bir gariptir! Mevki sahibi bir şekilde revaçta olmaktan çıkarsa bizim çantacı uygun olan ilk anda başrole doğru yükseleni bulup oraya göre kendini konumlandırır! Dün karşı olup demediğini bırakmadığı o kişilere övgüler düzer, taş gibi sarılır! Sonrası bildik hikâye... Efendi yellenir, bizimki derin nefes alır! Efendi; “Nasıl olmuş, beğendin mi?” diye sorar, bizimki “Nö gözel olmuuuş!” der. Hayat sürüp gider...
 
GÖLGESİZ ADAMLAR!
Abdal geleneğinin unutulmaz değeri Neşet Ertaş şöyle der; “Birinin gölgesine girenin gölgesi olmaz. Adam olan çıkar güneşe, kendi gölgesini yaratır!
...
Ödüllü bir amatör fotoğrafçı olarak enikonu iyi kareler yakaladığımı söylemeliyim. Fotoğraf makinesinin ayna gibi ‘süzme’ bir yalancılığı yoktur. Işığı yakalarsanız görüntüyü alırsınız. Siz güneşte, fotoğraflayacağınız obje gölgedeyse elinizdeki makinenin niteliği ne olursa olsun istediğiniz görüntüyü alamazsınız.
Özellikle son bir yıldır daha çok fotoğraf çeker oldum. Ne ki sonuç iyi değil! Bulanık görüntülerden iyi kareler yakalama çabam epey bir oranda hüsrana uğradı!
Adam ceviz ağacının sülfür gazı yüklü gölgesine sığınmış, “Ben doğru yerdeyim, duruşum da nö gözel! Sen çekmesi bilmeyon da konuşuyon!” diyor.
Ben ışıktayım; güneşin altında! Sen ve senin gibiler ceviz ağacının gölgesinde. Elimdeki makine allame-i cihan da olsa sizin fotoğrafını kara, kapkara çıkıyor!
Güneş, insanlığın ilk ve tek tanrısıdır! Sizi somut bir canlı yapan güneş, bunu size gölgenizle kanıtlar! Gölgesizsiniz!
Neşat Ertaş üstadın söylediği gibi, birilerinin zehirli gölgesine sığınanların gölgesi olmaz! Kusura bakmayın, ben sizin o özüne yabancılaşan ve nitelik yoksunu olan fotoğraflarınızı çekmeyi sürdüreceğim! Günü geldiğinde de albüm yapıp çocuklarınıza, torunlarınıza, mirasçılarınıza bırakacağım...
Karl Marks’ın söylediği gibi, “İnsanlık, yüzünü emeğin güneşine döndürmeden dengesini bulamaz!” Siz o zehirli gölgeden çıkıp yüzünüzü güneşe döndürmedikçe karanlık birer figür olarak kalacaksınız! Ve ben deklanşöre basmayı sürdüreceğim!
Nokta!