Farkında mısınız, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz; kibir, ötekileştirme, dışlama, saygısızlık...
Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Türkiye, Kuzey Kore!
...
Bayram günleri yapılan kahve önü söyleşilerinde gibi duyumsuyor insan kendini. Tüketim toplumu üretimi olan insan biçimlerini tüm örnekleriyle görürsünüz orada. Adam, ortamda yirmi kişi varsa on ikisiyle bayramlaşır; diğerlerinin elini sıkmaz. Sorarsınız; onları adam yerine koymadığı için elini sıkmamıştır. Küstür, kavgalıdır... Bir sandalye bulup oturur. Kulak misafiri olursunuz; bizim ‘Yüksek bir Türk gencine takdim’ yurttaşımız öyle üst perdeden anlatır ki Mevlana, Yunus yanında çırak, iyilik melekleri daha dünkü çocuk, bolluk bereket tanrısı çulsuzun tekidir...
Kahve önü söyleşileri örneğini, seçim dönemlerindeki propaganda gezileri için de verebiliriz. Eline fırsat geçse hırsızlıkta çığır açacak karakterdeki kimi kişilere doğruluk, dürüstlük, insanlık, hak, hukuk falan anlatmaya çalışırsınız! Söktüğü avlunun kazığını yarım metre dışarıya kakmadan gece uykusu uyuyamayacak tiplerle yoldaşlık etme düşü kurmaktır bu! Bütün bunlar nafile turlardır yani! Üretmeyen insandan, bağbozumu şenliği bekleriz!
Taban böyle olunca tavanın ‘Dor nizamı, Korint nizamı, İon nizamı’ olmasını beklemek ne mümkün! Taban neylerse, tavan da onu eyler!
Kibir, ötekileştirme, dışlama, saygısızlık...
...
Bumerang, kötü bir kısırdöngünün ürünüdür; döner dolaşır gelir sizi vurur! Deniz çekilince karıncalar balıkları, deniz taşınca balıklar karıncaları yer! Ve bu hep böyledir!
Nokta!
Evet, nokta! Çok söz aptal yüküdür!
 
EKMEK BEŞ KURUŞ!
İki ayağını bir pabuca sokmaktır yapılan!
“Yoksula, ihtiyaç duyana ekmek vereceğim!”
“Veremezsin!”
“Neden?”
“Birine bir şey verilecekse ben verir, birinden bir şey alınacaksa ben alırım! Bedava ekmek veremezsin!”
“Madem öyle; ekmek parayla! Ekmek beş kuruş!”
...
Çocuklar bile yerde beş kuruş görürse “Almaya değmez!” diye eğilip almıyor!
Ekmek beş kuruş! Ekmek dediğin üretim demektir! Traktör, mazot, gübre, ilaç demektir. Tarla sürmek, ekin biçmek, harman etmek, değirmende öğütmek, undan hamur yapmak, hamuru fırında pişirmek, kasalara doldurup alıcıya sunmak demektir! Vergi, maaş, elektrik parası, sigorta demektir! Ekmek beş kuruş!
Söktüğü avlunun kazığını yarım metre dışarıya kakmadan gece uykusu uyuyamayan kimileri de ekmek bekliyor! Anlatabilirsen anlat bakalım onlara şimdi bu “Ekmek beş kuruş!” hikâyesini! Anlat anlatabilirsen bunun müsebbibinin kim olduğunu!
Bu memlekette ekmek beş kuruş değil! Keşke olsa! Bu memlekette ekmek aslanın ağzında! Hiç o aslanlar, ekmeğin bedava dağıtılmasına izin verir mi?
 
HEPİMİZ IRMAK SUYUYUZ!
Bildiğiniz su yani! İki hidrojen, bir oksijen! Sıfırın altında donan, üstünde eriyen su! Kimisi yağmur suyu, kimisi göl suyu, bazısı dere suyu, bazısı kuyu suyu! Sidik kimisi, kimisi gözyaşı! Ölü yıkar bazısı, içilir bardak suyu olup kimisi... Su işte bildiğiniz su!
Sonra bu sular kendi meşrebinde akıp ulaşır ırmağa! Yok oluşun ilk ayağıdır ırmak. Bir kaşık da olsak, bir kova da, bir koca dere de olsak, bir yağmur damlası da hepimiz karışırız ırmağa ve aynı adı alırız; Irmak suyu!
Akarız hep birlikte yok oluşa! Geri dönüşü yoktur yolculuğun. Hep birlikte varırız denize! Kimimiz er kimimiz geç ama mutlaka varırız! Denize ulaştığımızda yok olacağız! Denizde şu suyu, bu suyu yok! Deniz olmak var! Yani yok olmak var! Bildiğiniz deniz işte! Gök mavi, deniz mavi! Bütün renkler maviye dönüşecek! Hepimiz mavi olacağız!
Size diyorum kibrinden kene gibi çatlayacak olanlar! Size diyorum cüzdan imparatorluğunun eyyamcıları! Size diyorum insan soyum! Yanım yörem, oram buram, uzağım yakınım, dostum düşmanım, uçanım kaçanım...
Size diyorum! Hepimiz ırmak suyuyuz! Denize akıyoruz ve ulaştığımızda yok olacağız! Kimsenin dışkısı birinci sınıf tahin helvası, kimsenin sidiği rafine zeytinyağı değil! Tanrısı ateş olanın hükmü, ateşe işeyen çocuğun çişi kadardır! Bu böbürlenmek niye?
 
HEPİMİZ MAVİ OLACAĞIZ!
Tanrı ilk Azazil’i yarattı! En değerli şeydi kaynağı; Ateş! Sonra diğer melekleri yarattı; Azrail, Cebrail, Mikail, İsrafil...
Evreni yarattı, yıldızları ve sonra da Dünya’yı! Toprağı taşı, suyu havayı, yerleri gökleri...
Sonra Âdem’i yarattı topraktan! Yani insanı! Ruh üfledi, can verdi!
Sonra meleklere, “Bu Âdem’dir; ona secde edin!” dedi.
Azazil dışında hepsi buyruğa boyun eğdi. Azazil, “Ben yalnızca sana secde ederim! Sana tapar, seni bilirim! Beni ateşten, onu topraktan yarattın! Ateş topraktan üstündür! İradem, iradendir; iradeni çiğneyerek kendimi yok sayamam! Ben Âdem’e secde etmem!” dedi.
Tanrı çok kızdı! “Madem iradem iradendir; secde etmeni emrediyorum!” dedi.
Azazil hiç sarsılmadı, ikirciklenmedi, kafasını kaldırdı; “İraden irademdir! Bana yalnızca sana tapmamı ve secde etmemi sen söyledin. Senin iradeni çiğneyemem! Yazgımı sen yazdığına göre, secde etmiyor olmamı da sen yazdın! Sen her şeyi bilen, duyansın! Ben ateşim, o toprak; secde etmem!” dedi.
Tanrı, Azazil’i lanetledi! Azazil olan adını; İblis bir diğer söyleyişle Şeytan olarak değiştirdi ve Cennet’ten kovdu!
Diğer melekler Azazil’in lanetlenip sürgün edilmesi konusunda sessiz kaldılar! Öğrenmiş oldukları şeyi bildirme gücünü kendilerinde bulamadılar. Etkin İrade olan Tanrı’nın verdiği iradeyi yok sayıp secde etmenin ağırlığıyla baktılar olaya! Âdem’in önünde secdeye duran iradesi körelmiş melekler olarak sürdü hükümranlıkları!
...
Azazil haklı mıydı, haksız mı ona tebaa karar verecek! Duruşunu, yerini, oluşunu, oluşumunu, şeklini şemalını tebaa sorgulayacak! Bu her zaman dış sorgulamayla olmaz! Dış sorgulamada ses ve söz ağır gelir! İç sorgulama ağır basacak yalnız kaldığında! Sorgulayacak ve Âdem’e secde etmeyi ölçüp biçecek!
...
Azazil’e ne mi oldu? Hiiiç! O şimdi dağ bayır, tarla tepe, çiçek böcek geziyor ve ıslık çalıp türkü söylüyor! Ruhuna üflenen iyi, doğru ve güzel’in çizgisinde Tanrı’nın iradesini en güçlü bilerek -ona karşın- yürüyor!
Azazil de ırmak suyu! O da bizimle birlikte denize doğru akıyor. O da bizimle denize vardığında yok olacak!
Gök mavi, deniz mavi! Hepimiz mavi olacağız!  
 
“HASRETLENDİM!”
Tiyatroyu özledim, futbolu özledim, dağ gezilerini özledim, slogan atmayı özledim, secde etmeyen dostlarımı özledim! Kömüş yoğurdunu, çiyli makarnayı, babamın gülüşünü, annemin ezdiği nerdeği (kızılcık pekmezi de desek yanlış olmaz) özledim!
Şimdilerde ünlü bir TV sunucusu olan ve epeydir kendisinden haber alamadığım 1. Sınıf öğrencim Hülya Yılmaz çocukken ‘özledim’ değil, “Hasretlendim!” derdi
Çay içmeyi sevmezdi Hülya. Annesi ebe, babası meslektaşım olan Hülyaların evinde yiyip içtiğimden biliyordum bunu! Rahmetli Faruk Ağabey kızına hep çıkışırdı! “Kızım çayını içsene!” Hülya inat eder, biz de gülerdik!
Nöbetçi olduğu günlerde elimde çay bardağıyla okul kapısının yanına dikilir, hem öğrencileri gözetler hem de çayımı içerdim.
Bir gün Hülya yanıma geldi, o harika Artvin şivesiyle; “Ögretmenim, sen çay içerken öyle hasretlenirem ki!
Hülya, çay içmeye o sayede başlamıştı.