Koğuştan içeri ilk girdiğimde mahkumların meraklı bakışları arasında çantamı boş bir yatağın üzerine koyup kendimi tanıtıyorum…

Ardı ardına sorulan sorulara cevaplarken…

-Biz kime inanacağımızı şaşırdık ağabey!

Diyen genç bir mahkumun sözlerinden adımın benden önce koğuşa geldiğini fark ediyorum…

Sonra 1.90’lık bet sesli gardiyanın, “Ben seni C-12’ye gönderiyim de ceza nasıl çekilirmiş gör” şeklindeki sözleri aklıma gelince çocukların tavrını ve koğuşta esen soğuk rüzgarları daha iyi anlıyorum…

Ardından içeri koğuş mümessilsi giriyor… Ben adımı söylemeden…

-Mustafa Özdemir di mi?

Demeye kalmadan ekliyor…

-Burada kurallara uyarsan kimseyle sorun yaşamazsın…

Ben de öyle yapıyor, kimseye koz vermemek için ranzalar arasında uzunlamasına kurulan masanın bir kenarına oturup onlar hangi tv kanalını açarsa orayı izleyip bir yandan olan biteni anlamaya çalışırken, şeytanı göreceğime çalıyı dolaşıyorum… Saat ilerledikçe tek tek sönen ışıkların yarattığı sessizlikten ve karanlıktan sıyrılmak için kendimi maltaya atıyorum…

Gece yarısı saat ikiyi geçtiğinde ise “Ya horlayıp birilerini rahatsız edersem” kaygısıyla girdiğim koğuşta neredeyse herkesin horladığını görünce rahat bir nefes alıyor, kıvrak bir hareketle üst ranzadaki yatağıma sokulup derin bir uyku çekiyorum…

Sabah saat 07.55 gibi “sayım matlada” diye bağırarak mahkumları uyandıran koğuş meydancısının sesiyle uyanıyor, tek sıra halinde dizilip içeri giren gardiyanın koğuşu saymasını bekliyoruz… Bu sırada koğuşta bir kişi fazla olduğumuzu fark ediyor, lakabının “kepçe” olduğunu sonradan öğrendiğim Rizeli İstanbul mahkumunun koğuşu titreten sesiyle çay bardağını pencereden aşağı attığına şahit olunca “Aha da Tuzlu Bekir geldi” diyorum içimden…

Uykulu gözlerle beni süzdüğünü fark etsem de olabildiğince göz göze gelmemeye çalışıyorum…

Parası olanlar kaşar peynir, salam, domates ile olmayanlar ise devletin verdiği yumurta, reçel, üçgen peynir ve ekmekle kahvaltısını yapıyor…

Tam bu sırada bizim Rizeli Tuzlu Bekir masanın ucundan sesleniyor:

“Eee gazeteci ağabey anlat bakalım”

Kısa bir sohbetin ardından biraz önce koğuşta terör estiren o hırçın adamın aslında çoklarından daha mert, halden anlayan ve kalender bir insan olduğunu görünce üzerimdeki gerginliği tamamen atıyorum… Günler ilerledikçe yemek masasında, çay sohbetlerinde yeni yeni dostluklar kuruyorum…

Kimi bir anlık öfkenin, kimi çok güvendiği insanlardan yediği kazığın sonunda iflas etmiş, çek senet yüzünden hayatı kararmış kader kurbanı insanlar…

Aralarında biri vardı ki, yaşça büyük olmasına rağmen beni dostça karşılıyor, cezaevini ve insanları tanımama yardımcı oluyordu… Hani şu “esaretin bedeli” isimli cezaevi yaşamı konu olan filmde başrol oyuncusu Tim Robbins’e babacan tavırlarıyla sahip çıkan zenci mahkumu oynayan Morgan Freeman gibi beni her olayda kolluyor, dostluğunu her fırsatta gösteriyordu…

Erzincan nüfusuna kayıtlı olmasına rağmen uzun yıllar İstanbul Tuzla tersanesinde deri işi yapan Habib ağabey de binlerce insan gibi aptalca bir çek olayından dolayı yatıyordu… Hayatımdan 5 gün çalındığını düşünürken, bir anda yepyeni dostluklar kurmuştum…

Devrek Cezaevi çınar ağaçlarının arasında, kuş seslerinin içinde kurulmuş bir tatil köyünü andıran muhteşem bir cezaevi… Bugün cezaevi karşıtı eylemleri hatırlayınca, Devrek halkının geçmişte ne kadar haklı bir tepki koyduğunu daha iyi anlıyorum…

Yemekleri genel olarak beğeniliyor… İzmir köfte, tavuk, menemen, kıymalı yumurta cezaevi menüsünün en iyi spesyalleri… Benim gibi yemek seçenlerin adresi ise kantinde satılan tost ve çay… Yemek kötü çıktığında ise koğuştaki buzdolabına stoklanan konserveler imdada yetişiyor…

Benim gibi kitap okuyarak zaman geçirmek isteyenler de var, hobi odasında maket model gemi ve bakır işçiliği yapanda… Spor salonu ve futbol sahası ise farklı alternatifler… Tahliye olduğum gün kurulan 125 kişilik tekstil atölyesi ise çok yakında faaliyete geçecek…
Cezaevi, asker ocağı gibi insan yaşamına değer katan inanılmaz bir tecrübe… Kimsenin işine burnunuzu sokmadığınız, kurallara uyduğunuz sürece tek düşmanınız geçmek bilmeyen zaman…

Elçiye zeval olmazmış… Bu vesileyle personel azlığı nedeniyle hastaneye gitmek için 2-3 gün beklemek zorunda kalan, özellikle diş ağrısı çekerken acil sağlık hizmetlerinden faydalanamayan mahkumların sorunlarına Cumhuriyet Başsavcımız Sayın Necip Topuz’un en kısa sürede bir çözüm bulacağını umuyorum…

Şaka maka derken 5 günün sonunda soluğu evde alıyorum… 

Buradan özgürlüğümü gasp eden arkadaşlara selamlarımı, hürmetlerimi sunuyorum…

Bakalım onları servetleri özgürlüklerini satın almaya yetecek mi?