Gerçek hayatta bazı insanlar vardır ki kendilerine eziyet edenlere zamanla hayranlık duyabilirler. Ne gariptir ki bu insanlar toplum içinde sanıldığından çok daha fazladır. 

   Modern tıpta bu olaya ''Stockholm Sendromu'' denilmektedir. Adını da 1973 yılında İsveç'in başkenti Stockholm'de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncuları tarafından 6 gün süreyle rehin alınan 4 kişi; kurtarma operasyonunda soyguncuların tarafını tutmuştur. Bununla kalmayıp mahkemede soyguncular lehinde tanıklık yapmışlar; ve hatta aralarında para toplayıp avukat bile tutmuşlardır.(Şimdi bu olay sizde bir şeyleri çağrıştırıyor mu?)  

   İş bununla da bitmiyor; rehinelerden bir kadın, soygunculardan birine aşık oluyor. Serbest kaldığında onu savunmakla kalmıyor, nişanlısını terk ederek onun hapisten çıkmasını bekliyor.

   Tıp bu sendromun anlamını genişleterek şöyle tanımlıyor: Stockholm Sendromu, insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, zamanla ezenin yanında yer almasıdır. Bunun da nedeni, şiddet uygulayanın kurbanının hayatının her alanında,despotça bir denetim kurarak onu köle psikolojisi içine sokmasıdır.

   Tıp böyle diyor da, ben de diyorum ki; ezilenler, horlananlar zamanla  ''mazoşist'', yani eziyet edilmekten zevk alan insanlar olabilirler. Buna  bir nevi dayak arsızlığı da denilebilir. Örneğin, Güney Doğu'da ağalar köylüyü adam yerine koymazlar, sömürürler ve onların sırtından zenginleşirler;  ama o köylü ''Allah razı olsun ağamdan; ekmeğini yiyoruz'' der ve hatta ağası için adam bile vurur.

   Devamlı okuyucularım bilirler; ben bir konuyu yaşadıklarımdan canlı örnekler vererek, ve dolayısıyla somut verilere dayanarak anlatmayı severim. İşte şimdi yine  canlı örnekler vereceğim:

   Birinci örnek kısa. 1970'li yılların başlarında, o zamanki ismiyle, EKİ Kilimli Bölümü'nde ocak mühendisi olarak işe başlamıştım. Biliyorsunuz madencilik zor iştir ve madenciler de disiplinli olmak zorundadır. Hele nezaretçi kademesi disiplin konusunda bayağı katıdır.

   Emrimdeki ocak şefi Şahin Arslan katıksız bir madenciydi. Gece rüyasında bile kömür gördüğünü söylerdi. Ben tabii ODTÜ'de okumuş, yani Avrupai bir eğitim almış olduğumdan astlarıma daha medenice davranırdım. Halbuki eski mühendislerin  işçiye veya nezaretçiye sille tokat giriştikleri bile olurmuş.

   Yine efendice davrandığım bir gün, Şahin Çavuş bana şöyle dedi: ''Siz nasıl mühendissiniz beyim? Böyle mühendislik mi olur?'' Sinirlenip, ''ya nasıl olacakmışız?'' dediğimde bana şu ilginç sözleri söyledi: ''Beyim, eski mühendisler bizim kıçımıza tekmeyi vurdukları zaman bir de karşıdaki duvar vururdu! Siz öyle yapmıyorsunuz.''

    İkinci örnek de şu: Eskiler iyi hatırlar; bir zamanlar EKİ Ulaştırma Müdürlüğü de yapan Mehmet Kızılay Zonguldak'ta, ve özellikle EKİ camiasında fenomen olmuş bir isimdi. Aslen maden mühendisi olan ve herkesin  ''Kızılay'' diye tanıdığı Mehmet Bey çok renkli bir kişi idi. Aynı zamanda kardeşim rahmetli Dr. Hüseyin'in  kayın pederi olduğu için kendisiyle hısımlık bağımız da vardı. 1979 yılında Bolu'daki devletleşen madenlere müdür olarak atandığımda; Kızılay 60'lı yaşlardaydı  ve müşavir kadrosu ile pasif görevde idi. Ben Bolu'ya atanınca; ''Şerafettin, sen çok genç ve tecrübesizsin. Benimde zaten burada canım sıkılıyor. Bana bir geçici görev çıkar da gelip sana yardım edeyim.'' dedi. Tabii ki memnuniyetle karşıladım ve takriben 6 ay kadar benimle Bolu'da kaldı.

    Kızılay aslında çok zeki ve çok esprili bir adamdı. Ama astlarına karşı aşırı disiplinli, hatta katı davranırdı. Bir şeyi bir kaç defa tekrar söyleme huyu da vardı. 

    Bir akşam misafirhanemizde beraber yemek yediğimiz bir sırada, Kızılay bir garsondan limon istedi. Garson dediklerimiz de aslında o işten anlamayan, ama bizim mecburiyetten garson yaptığımız işçilerdi.

    Çocuk mutfağa gitti geldi ve ''Efendim limon kalmamış'' dedi. Kızılay, biraz sonra gelen başka bir garsondan  da tekrar limon istedi;  ve garson bir limon bulup getirdi. Bunun üzerine Kızılay, ''Öbür garsonu bana çağırın!'' dedi.

    Garson gelince Kızılay ayağa kalktı ve çocuğa, ''Limon vardı da sen bana neden yok dedin!'' diyerek her iki kulağından tutup sarsmaya başladı. Bunu yaparken amacının güya bana idarecilik ve disiplin konusunda ders vermek olduğunu, yan gözle de bana bakmasından anlıyordum. Çocuğun kafasını duvara vuracak gibi yaptı, ama vurmadı.  Muhtemelen  korkutmak için yapmıştı.

    Şimdi sürprize hazır olun..

    Kızılay ile aynı odada kalıyorduk. Yatma vakti gelince odamıza çekilmiştik. Tam yatmak üzereyken kapı çalındı. Ben 'girin!' deyince, kulağı çekilen garson içeri girdi. Ne istiyorsun diye sorunca Kızılay'a döndü ve aynen şunu söyledi: ''Efendim, kafamı duvara vuracaksınız diye çok korktum. Vurmadığınız için size teşekkür etmeye geldim!''

     Çok şaşırmıştım. Bu arada Kızılay, muzip bir gülümseme ile bana yan gözle bakıyordu. Bakışları adeta ''Gördün mü?  İşte idarecilik budur. Bu insanlara böyle davranmak lazım. Bu benim sana bir dersim olsun!'' der gibiydi.

     Dayanamadım; çocuğa, ''Lan oğlum, ben size bu kadar iyi davranıyorum; bana teşekkür etmek aklınızdan bile geçmiyor. Ama adam senin kulağını eşek kulağı gibi uzattı, sen gelmiş üstüne bir de teşekkür ediyorsun. Çık dışarı!'' diyerek kovdum.

     Değerli okuyucular, görüyorsunuz ,bu anekdot  ezilen insanlarımızın neredeyse mazoşistçe davranıp, kendilerini ezenlere nasıl yaranmaya çalıştıklarını gösteren canlı bir örnektir.

     Bu arada , uzun idarecilik hayatımda şunu da öğrendim: İnsanlarımız korkmadıkları veya menfaat beklemedikleri insanlara pek saygı ve hatta ilgi bile göstermiyorlar. Yani; ya korkacaklar; ya umacaklar! Tabii istisnaları ayrı tutuyorum. Ama genel durum maalesef bu. Bunun eğitimsizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Yani, eğitim şart!

     Şimdi, durup dururken bu yazıyı neden yazdığımı da bir düşünün isterseniz!.

 

                                                                                                                           ŞERAFETTİN ÜSTÜNKOL