Ne kış yaptı o sene yahu. 6-7 kere yağdı kar. Her defasında da erimesi günlerce sürdü. Kar en az yağmur kadar güzel bir doğa olayı kuşkusuz, amma ve lakin bizim memlekette tam bir baş belası. Sadece yağış anını izlemek güzel. Bembeyaz bir örtünün yolları sokakları kaplamasının seyrine doyum olmuyor kuşkusuz. Fakat, lapa lapa yağan karla sidik yarıştıran kurum unsuru, saat geçmeden o muhteşem beyaz örtünün rengini döndürüp amele atleti kıvamına getirince, bir de ılıman iklim dolayısıyla bir iki gün içinde ortalık bataklık kıvamına gelince, keyif, yerini kabusa bırakıyor. Bu yaşıma kadar daha su çekmeyen bir bot yada çizmeye denk gelemediğimden de haliyle, olay benim için alenen kabus tefrikasına bağlanmış oluyor.

O sene ki kabusumun üstüne işyerindeki sıkıntılar da eklenince ben iyiden iyiye tırlattım. Şöyleki, emeklilik yada tayin gibi sebeplerle servisteki elemanlar, bir biri ardına dağılıp gidince tek başıma çalışmak durumunda kaldım uzun bir süre. Fakat bir gün yeni bir elemanın atandığı, ertesi gün işbaşı yapacağı müjdesini verdi müdürüm bana. Eteklerim zil çalarak yarını beklemeye başladım. Uyandığımda gördüm ki, gece, kar aralıksız yağmış ve kalınlığı 30 cm'e kadar ulaşmıştı. Yollar yürüyen insanlarla doluydu. Tüm yollar kapanmıştı. Tek bir araç çalışmıyordu. Trafik felç olmamış, adeta yoğun bakıma girmişti.

Panda gibi giyinip, böbrek hastası botlarımı ayağıma geçirip işyerime geldim. Tempo her zamanki gibi yoğun. Harıl harıl çalışırken bugün başlaması gereken eleman geldi aklıma. Bir müddet sonra kapı açıldı. Güleryüzlü genç bir adam girdi içeriye. Adını söyledi. Bekir. Zaten biliyordum adını. O bana, ben ona kendimizi tanıtıp, biraz sohbet ettik. Öncelikle hayırlı olsun diyerek, servisin durumunu, eleman ihtiyacımızın ne boyutta olduğunu anlattım. Hızır gibi yetiştiğini söyledim. Tek başıma halletmem ve yetişmem gereken işler beni, işyerine girdiğim andan çıkana kadar müthiş bir telaş ve huzursuzluğa gark ediyordu. Bu halim, İşler hakkında verdiğim kısa brifingime (!) de yansıdı. Buna rağmen o, misliyle rahattı. Masasını gösterdim oturdu. Fakat genel olarak anlattıklarımla ilgilenmiyor gibiydi. Aklı başka yerlerdeydi. Normaldir diye düşündüm. Hem başka bir şehirden gelmiş hem de kara kışa denk gelmişti.

Bir süre sonra, kımıl kımıl halini açıklayan bir soruyla karşıma dikildi. "

"Yav Ülkü Hanım, sizden bir şey rica edebilir miyim? Şimdi ben taa karşıdan yürüme geldiğim için çok terledim, sıkıntı olmazsa şu kapının arkasında atletimi değiştirebilir miyim?"

"Nasıl yani ?" Bunu sorarken, gözlerim fal taşı gibi açılmış olacak ki,

"Ne var bunda yauv, haha, 2 dakkikalık iş, alt tarafı bir atlet değiştirecem" diyerek, sanki onun  değil de benim halim manyakçaymış gibi, hayret eder bir tavır takındı zibidi.

"..Öyle diyorsunuz ama biliyorsunuz ki onlar atlet ve don diye adlandırılan asla ayrılmaz bir ikilidir. Donunuzu da değiştirmezseniz asla izin veremem, 399 a aykırı" demedim tabi.

"Bu nasıl bir curet Bekir Bey? İyi misiniz siz? Tuvalet diye bir yer var herhalde. Gidiniz orda değiştiriniz ne değiştirecekseniz aa, hasbinallah yahu" dedim. Bu defa yaramazlık yapmış çocuk masumiyeti takınarak, bebek gibi konuşarak "..ama ben hemen haşta olurum amaa..." dedi. Kulağından tutup, kolunu şöyle bir güzel burgalayacakken, kendime geldim. Anlaşıldı dedim. Karşımda on numara bir rahatsız var. Bende az rahatsız sayılmam ama henüz on numaraya kadar çıkamamıştım. Sekizlerde dokuzlarda gezinmekteydim. Benimle dalga geçiyor desem, geçerli bir sebep yoktu. Daha bismillah maçın ilk çeyreğindeydik. İzin vermedim tabiki. Of pof ederek tuvalete gitti. Elindeki, çıkarmış olduğu ıslak koca atletini, sallaya sallaya geldi oturdu yerine. O gün öyle geçti. Ertesi gün hava muhalefeti tüm hızıyla devam ediyordu.  Kimselere nasip olmayacak bu müstesna eleman yine evden iş yerine kadar yürüyerek gelmişti. Bir müddet sonra kıpırdanmaya başladı. Koca koca kağıt havluları sırtından doğru sokmaya çalışıyordu. Hiç oralı olmadım. Bir ara evrak imzalatmak için çıkmam gerekti. Daha dışarıya adımımı atar atmaz arkamdan odanın kapısı bir kütlemeyle kapandı. Aradığı fırsatı yakaladığını anladım. 1-2 dakikalık yokluğumda kendi deyimiyle "haşta" olmamak için atletini değiştiriyor olmalıydı.  Son sürat imza işini hallettim ve odanın kapı koluna asıldım, var gücümle yüklenerek açtım. Yanılmamıştım. Tam kapının arkasında deri ay pardon atlet değiştirmeye koyulmuştu. Ama ben tahmininden daha erken gelip kapıya dayanınca, kuru atletini giymeye fırsat bulamamıştı. Sırtına çarpan kapıyla dengesini kaybedip yarı çıplak odanın ortasına savruldu. Ben onun, o benim sinirlerimi zıplatmıştı. Ama benimkiler daha yukarı zıplamaktaydı. Benim, bilerek onu yakalamış olmamla epeyce zıtlanmıştı ki  az sonra geliştirdiği B planıyla muhatap oldum. Akabinde, bir ara yok oldu. Geldiğinde paçalarını dizlerine kadar sıvamış, kıllı bacakları ortaya çıkmış bir haldeydi. Ayaklarına da en az 5 numara büyük gelen plastik terlikler geçirmişti. Benim gözler yine pörtlemişti. Pis pis sırıtarak, botlarının su çektiğini, bu terlikleri de mescitten alıp giydiğini söyledi. Bu defa da elinde bir çift, dalak gibi ıslak siyah çoraplar vardı. Öylece oturdu gün boyu. Bir başka evrak için müdüre gitmesini rica ettiğimde, bana masanın altını işaret etti. Koca terlikli ayaklarını gösteriyordu. Beyefendi konuşmaya bile tenezzül etmiyor, mimikleriyle "Gidemem, görmüyor musun ayaklarımı?" diyordu. 2 gündür zuhur eden bu olaylar karşısında benim gözler iyice yalama olmuş, zırt pırt pörtleyip pörtleyip, yuvasına geri geliyordu.

Of Allah'ım ne günah işlemiştim ben. Günler böyle geçti. İş öğrenmeyi reddediyordu. Mesaisini koridorlarda geçiriyor, servisteyken de sürekli telefonla görüşüyordu. Oturup iş öğrenmesi gerektiğini hatırlatınca da "Farzet ki sigara molasındayım, sen de çık, devleti bu servis mi kurtaracak, hangi işin ciddiyetinden bahsediyorsun sen?" diyordu. Bir kaç ay sonra yine kıprdanmaya başladı. Ama bu defa sebebi farklıydı. Özel sektörde çok yorulduğundan KPSS'de yüksek puan alarak devlete kapak attığını, ama umduğu gibi çıkmadığı için kurum değiştirmek istediğini söylüyordu. Yoğun işi olmayan başka bir kurum bulmuş oraya geçmek istiyordu. Kurumun onayını alamayınca da istifa etti. Giderken benden helallik istedi. Kurumun icazet vermediği yerde benim  helallik vermem yakışık almazdı. Ben de vermedim. Bana ayne şöyle söyledi "ÇOK DA TIN"

Şeytan diyor, kulağına eğil "haŞtaŞın sen, HaŞta" diye bağır ama frene bastım yapmadım, sadece "Ulen usulen de olsa iyiki sana helallik vermemişim, yürü git zibidi diyebildim. Gitti. Bir ay kadar sonra oda temizlenirken, kaloriferin arkasından bir çift siyah çorap çıktı. Ah canıım Bekir'cim, gitmiş ama özlemiyelim diye bize kokusunu bırakmıştı anlaşılan. Şaka bir yana, artık ritmik hale gelen göz pörtlemesiyle beraber, mide bulantısı ve hiddet karışımı kısa süreli bir travma geçirirdim. 27 yıllık iş hayatımda yıllar geçse de unutamayacağım dört beş vak'adan biri de bu Bekir'dir. Önceki yazılarımda birini daha konu etmiştim. Diğerlerini de bir ara yazarım kısmetse. Sevgiyle kalınız.