Devlet rantından sıradan vatandaşa düşen payı anlayabilmenin en iyi yolu vahşi hayvan belgesellerini hatırlamaktır. Çünkü tam demokrasi olmayan ve kuvvetlinin zayıfı ezdiği; vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü ülkelerdeki rant paylaşımının, vahşi hayvanların av paylaşımından fazla bir farkı yoktur.
   Vahşi hayvan belgesellerinin çekildiği Afrika'daki Kalahari veya Serengeti tabiat parklarında aslan ve kaplanların bir geyiği veya yaban öküzünü avladığı sahneleri çok izlemişsinizdir sanırım. Sahneyi ben size tekrar hatırlatayım: Önce, öldürdükleri avı aslanlar ve kaplanlar yiyor. Hatta bazen aslanlarla kaplanlar arasında bile kavgalar çıkıyor. 
   Aslan ve kaplanlar kendileri doyuncaya kadar hiçbir hayvanı ava yaklaştırmıyorlar. Ancak onlar doyup gittikten sonra diğer yırtıcı hayvanlar yaklaşabiliyor. Ama orada bile hiyerarşi var. Öyle her hayvan aklına estiği gibi gelemez. Güç sıralamasına göre aslan ve kaplanlardan sonra; önce çıtalar, kurtlar ve sırtlanlar; sonra tilkiler ve çakallar; en sonra da akbaba ve şahin gibi yırtıcı kuşlar avdan nasiplenmeye çalışıyor.
   Takdir edersiniz ki, eğer av küçükse veya ava saldıranların sayısı fazla ise tilkiye, çakala veya kuşlara pek bir şey kalmıyor. Genellikle kemik sıyırmakla yetinmek zorunda kalıyorlar. Pek tabii ki bu durumda karınlarını doyuramıyorlar.
   Devlet rantını da bir ava benzetirsek; özellikle  av küçükse ve yiyiciler de fazla ise rant paylaşımı da çok adaletsiz oluyor. Türkiye'deki gelir dağılımına baktığımızda bu durum açıkça görülebiliyor. Fazla ayrıntısına girmeyeceğim ama nüfusumuzun ilk %20'lik bölümünün milli gelirden %51.5 pay aldığını ve geri kalan %80 nüfusa da  %48.5 oranında pay kalabildiğini söyleyebilirim. Hele son %20'lik nüfusa milli gelirden ancak %8.5 oranında pay kaldığını vurgularsak konu daha iyi anlaşılır.
   Peki bu adaletsiz dağılım nasıl düzeltilebilir?  Tıpta bir kural var: Tedaviyi doğru yapabilmek için önce teşhisi doğru koyacaksın! 
   O zaman bu sakat durumun nedenlerini de doğru teşhis etmek gerekiyor. Nedir bu nedenler? Tabii ki eğitim, adalet ve demokrasi eksikliği! Bu üç kriterin en önemlisi de bana göre eğitimdir. Çünkü bir toplum eğer eğitimli ise zaten adalet ve demokrasi talep edecektir.
   Tekrar Türkiye'ye dönecek olursak;ülkemizde bu saydığım üç kriter ''tam'' diyebilir miyiz? Tam diyecek kişinin çok az olduğunu düşünüyorum. Bunların tam olabilmesi için tabii ki öncelikle eğitim gereklidir ama bunu sağlayacak demokratik bir devlet yönetimi tesis edebiliyor muyuz? Edemiyoruz çünkü milletvekilini halkın seçtiği adil bir seçim sistemimiz yok. Bu nedenle de mecliste adil bir temsil dağılımı yok  Örneğin, nüfusumuzun %90'nı oluşturan işçinin, köylünün, memurun veya küçük esnafın mecliste kaç temsilcisi var? Ama tam bir ters orantı var!
   Çetin Altan'ın yazılarında sık sık vurguladığı; ve benim de çok doğru bulduğum bir lafı vardı: ''Türkiye'de siyasi partiler devlet rantından pay kapma örgütü haline gelmişlerdir'' Gerçekten de öyledir. Siz onların iktidara gelebilmek için cansiparane mücadelelerinin halka hizmet aşkından mı kaynaklandığını sanıyorsunuz? Bu kadar saf olamazsınız! Bunun zahiri neden olduğunu, hakiki nedenin devlet rantını ele geçirmek olduğunu biliyor olmalısınız! O zaman bu rantı ele geçiren hükumet partisinin rantı öncelikle kendileri ve yandaşları arasında paylaşacağı; ancak artık kısmın  halk kalacağını da tahmin ediyor olmanız gerekir! Yani, kısacası mevcut sistemden adil bir paylaşım beklememelisiniz.
   Ben size en iyisi yaşadığım bir anekdotu anlatayım da devlet rantının yukarıdan aşağı nasıl paylaşıldığını görün.Hem de konu eğlenceli hale gelmiş olur.
   Lisede okuduğum yıllarda, aynı zamanda o zamanki ismiyle Ereğli Kömürleri İşletmesinde işçi olarak çalışıyordum. Görevim Kilimli İşçi Yurtlarında temizlik işçiliği idi. Ama okulun tatil olduğu yaz aylarında da işçi yemekhanesinde ''tikeci'' olarak görevlendiriliyordum. 
   Tike, işçilere yevmiyelerini yazan puantörler tarafından verilen günlük yemek kuponu idi. Tikeci de yemekhanede bu kuponlar karşılığı işçilere ekmek veren ve yemek almalarına izin veren kişiydi. İşçi yemekhaneye geldiğinde, turnikede sıraya girer; önce tikeciye tikesini vererek ekmeğini alır; sonra da bankodan tepsisini ve yemeklerini alarak yemek salonuna geçerdi.
   Bizim yemekhanede üç vardiyada ortalama 1500 işçi yemek yiyordu. Ama yemekhane çalışanları, işçi yurtlarında çalışan işçiler ve amirleri, memurları ve bunların misafirlerini de ilave ederseniz bu rakam 1700'ü geçiyordu. Bu demektir ki 200 kişi kayıt dışı yemek yiyordu.
   O zamanlar şimdiki gibi her mevsim taze sebze ve meyve yoktu. Zira Türkiye'de seracılık henüz gelişmemişti. Soğuk hava depoları da pek bilinmiyordu. Bu nedenle taze sebze ve meyveyi ancak mevsiminde bulabiliyordunuz tabii ki.
   Bu kadar girişten sonra şimdi gelelim mutfağa. Bal tutan parmağın nasıl yalıyormuş görelim..
   Salata yapmak için domates geliyor. Hele bir de turfanda ise bayağı rağbet görüyor. Önce, yukarıda saydığım işçiler haricindeki kişiler için, tabii ki hiyerarşik rütbe sırasına göre özel salatalar hazırlanıyor. Domatesi de bayağı bolca kullanıyorlar. Tabi domates işçi sayısına göre hesaplı geldiği için işçilere pek bir şey kalmıyor.
   Sıradaki işçinin önüne salata tabağı sürülüyor, içinde sirkeli suyun üzerinde yüzen bir tek dilim domates ve birkaç kıymık soğanı gören İşçi  şaşırıyor, bir yanlışlık mı var; yoksa şaka mı der gibi eğilip banko aralığından aşçının yüzüne bakıyor. Aşçı da ''ne bakıyorsun? Bu salata!'' diye işçiye çıkışıyor. Zavallı işçi itiraz bile edemiyor.
   O gün mutfağa et geliyor Tabii önce yine aynı zevat için bol bol özel et soteler, kavurmalar falan yapılıp yeniliyor. Bu nedenle de işçinin tabağına küçük bir parça et kalıyor. İşçi yine şaşkın ve yine aynı hikaye.
   Diyeceksiniz ki ekmeği nereden buluyorlar? Öyle ya, ekmek sayılı geliyor.. Verilen ekmek sayısı ile toplanan tike sayısı denk düşmeli; açık verilmemeli. Onun da kolayı var! O da şöyle hallediliyor: İşçiye tike karşılığı yarım ekmek verildiği için, ekmeği ikiye bölerken ortadan kalın bir dilim çıkarılıyor. Tabi işçiye verilen ekmek bütün ekmeğin tam yarısı olmuyor ama işçi bunu fark etmiyor bile. Ama bu yöntemle siz istediğiniz kadar ekmek yiyebiliyorsunuz.
   Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, bal tutan sadece parmağını yalamıyor; balın da önemli bir kısmını yiyor!
   İşte tam da burada babamın anlattığı bir hikaye geldi aklıma.
   ''Padişah bir gün vezirlerinden birini çağırıyor ve Rumeli'deki ordu için günde ne kadar et gönderilmesi gerektiğinin hesaplanmasını istiyor. Vezir gidiyor ve hesap yapıp geldikten sonra padişaha, 'Padişahım her asker için günde bir koyun gönderilmesi gerekiyor' diyor. Padişah da 'Nasıl olur, sen benimle dalga mı geçiyorsun?' diye bağırınca zavallı vezir; 'Haşa efendim. Ama bu koyun askerin tabağına girinceye kadar 100 grama düşüyor!' diyor.
   İşte bu örnekten de gördüğünüz gibi; devlet rantı hiyerarşik güç sıralamasına göre pay ediliyor. Güç zayıfladıkça alınan pay da küçülüyor. Hatta bazen en alttakilere bir şey kalmadığı da oluyor. Bu arada, necip milletimizin''altta kalanın canı çıksın!'' diye bir sözü olduğunu da unutmayalım!
   Türkiye'deki hiyerarşi ise güç sıralamasına göre aşağı yukarı şöyledir: Devleti yöneten politikacılar ve bunların yandaşları, yağcıları - patronlar - bürokratlar - iş adamları - din adamları ve en sonunda da küçük esnaflar, memurlar, işçiler, köylüler ve emekliler. 
   Durum budur. Unuttuğum varsa siz tamamlayın.
   Bu durumdan memnunsak mesele yok. Ama değilsek; adil bir paylaşım düzeni için üstümüze düşen demokratik mücadelelerimizi yapalım. Çünkü oturduğumuz yerden doğru olmuyor bu işler!