“Bu böyle ne kadar gider?” sorusu Türkiye’de belirsizlik içeren sık duyduğumuz bir soru. Hemen dilimin ucuna gelen birkaç şey: Hayat pahalılığı, işsizlik, adamını bullu işler, eğitimin perişan hali, kahvede çayın 2 lira olması, evde çaya katık bulunmaması, dolmuş-taksi-otobüs fiyatlarının önlenemez yükselişi, okuduğunuz gazetenin kâğıt parası için bile canını dişine takarak çıkması, sağlık için ayıramadığın bütçe, borç harç sıkıntıları, faturalar, kredi, faiz ödemeleri… Neyse yeterli, çünkü uzar gider!  Gün içinde 10 tane kahveye gitseniz (10 çaydan 20 lira eder J) bu soru etrafında dönen yığınla muhabbete maruz kalırsınız.
 
“Bu böyle ne kadar gider?” sorusu politik, apolitik hemen herkesin emin olamadığı halde bir fikri olan soru kipidir. Örneğin ben “gittiği yere kadar gider” diyorsam bende bilmiyorum ama gidebileceğim yere kadar gideceğim demek istiyorumdur.
 
Yani önümü görmüyorum ama bir umut özlediğim hedefin ucunu görmekten vazgeçmedim ya da umudumu kesmedim daha demektir. Türkiye’de içimizi bir parça olsun serinleten bence genel olarak verilebilecek makul olana yakın yanıt budur. Ama zayıf bir yanıttır. Ne ki daha iyi veya kötü bir yanıt için ikna olmuş değilim. 
 
Farkındayım bu yanıt gri alanda kalıyor. Yani tatmin edici değil. Peki, niye gri alanda kalıyor? Çünkü milletçe zor konularda grilerden oluşan bir ton skalası şeklinde düşlüyor ve dolambaçlı yanıtlar üretmek zorunda kalıyoruz. Dolambaçlı yollar hedefe olan yolu uzatır ya da hedefi hepten ulaşılmaz bir hayal yapar. Mesela şimdi konuştuğumuz dilin Osmanlıcalaştırılması düşünce yolunda epey bir dolambaçlı yollara girmek olacaktır. Bunun yerine Osmanlıcayı iyi bilen ve kullanan akademisyenlerin yeterli düzeyde yetiştirilmesi evladır. Elde okunamayan tonlarca kaynak varsa bu entelektüel ve akademik bir sorundur. Bunun gibi sanat tarihimiz veya mimari geçmişimiz gibi özel birikim ve inceleme gerektiren alanlar hem güçlü bir ulus olmanın gereği istisnai alanlardır hem de moral değerlerimizi ilgilendirdiğinden 40 kere düşünmeden fikir sahibi olunacak basit içerik taşımazlar.
 
Griler ne kadar zayıfsa o kadar az eminiz kendimizden; kendimizi bir konu hakkında emin olup olmamak ile böyle değerlendirebiliriz.
 
Pek azımız net bir tonda emin bir soru sorabiliyoruz hayatta. Tabii soruyu yerinde ve zamanında sormakta önemli… Zaten iyi soru sormayı öğretmek iyi eğitimle olacak iş. Bakın çokça tartıştığımız ama on yıllardır üstesinden gelemediğimiz bir sorunda eğitim, öğretim.
 
Bir sorunu kamulaştırmak ve o soruna ortak zekâ ve sözleşmeyle çözüm üretmek için yapılacak hamleler bizde pekte alışık olduğumuz yöntemler değil. Uygun yasaları hazırlamak bu alana dâhil kurum ve kişilerin görevi. Ki insanlar fikirlerini korkmadan tartışabilsin, bilim ve sanatımız dolayısı ile gelecek ufkumuz bundan yararlansın. Daha dolaysız ve net konuşalım. Bu işler öyle kendinden menkul harbi görüntüsünde racon kesmekle götürülecek işler değil. Ne ki böyle yakınmak da işin kolayı. ..Herhangi geleceğimizle ilgili bir konunun peşini elde evrak, belge kovalayıp hak arayabiliyor muyuz? Galiba yanıt: “Çok azımız,” olacak.
 
Ben en çok bilinçli ve kendinden emin bir tonda sorulan soruları özlemişim. Ama dediğim gibi racon keser tarzda olanları değil. Onlardan yığınla var. Benim dediğim şıklık ve ciddiyet barındıracak bir netlik. En az bulunan şey! Ne ki böyle sorulacak o kadar çok soru var ki çoğu cezalandırılma tehlikesi içerdiğinden bizde o soruları içimizden ve zayıf tonlarda sormak ancak mümkün. Ya da en iyisi hiç akla getirmemek en iyisi belki de. Böyle düşünmemek gerekli oysa… Ne ki uzun süredir korkar olduk düşünmekten!
 
Bilirsiniz 14. yüzyıl düşünürü İbn-i Haldun'un "coğrafya kaderdir" dediği söylenir. Dünya üzerinde rahatlıkla soru sorulup düşüncelerin tartışılabildiği yerleri güçlü bir tondan zayıf grilere doğru dağıtmak konusunda hepimizin bir fikri vardır. Son zamanlarda tanımaya çalıştığım Felsefeci Teoman Duralı bu yüzden mi Türkiye’de felsefe yapılamadığını söylüyor acaba?
 
Oysa İngilizce düşünen biri ise genel olarak kaderciliği içermeyen daha nesnel olumlu bir soru sorardı kendine:
 
“How far this can go?” Yani ölçmeyi somutlaştırmayı amaçlayan “Bu ne kadar ileri gidebilir?” diyecektir. Veya “Wie weit kann das gehen?” Diyecektir Almanca düşünen biri, büyük olasılıkla. Anlamak istiyorlardır çünkü. Soruna veya duruma ömür biçiyorlardır. Yani bizim soru kipimizdeki umutsuz/belirsiz eğilim onlarda yoktur. Ton skalası daha berrak olduğu için yanıtta ardından gelir. Örneğin 3 gün, 3 ay, en fazla 3 yıl. Olmadı ağız dolusu söverler mizahın yaratıcı hışmıyla.
 
Bu nasılsa bitecek ama ne zaman bitecek? Eğer bir öngörü yapılabiliyorsa o süreci kısaltmak da mümkün. Doğru soru kendinde farkındalık içerirse sorunun çözümünü de bulmamızı sağlar. Dolayısı ile “hedefin ucunu görmekten” belirsizle bahsetmeyi değil imgeleme yaparak yürümeyi sağlar. Her şey hayal ederek başlar, deriz zaman zaman hepimiz. Bu bir ölçüt olabilir gerçekten. “Hayali iptal ettiğimizde sanat ortadan kalkar” diyor
Teoman Duralı. Sanat ortadan kalkarsa düşünce yok olur, gider.
 
Ama şimdi sıkı durun! Nette rastladığım Simon Critchley adlı benim için adı yeni bir düşünür "Felsefe hayal kırıklığıyla başlar" demiş. Hoşuma gitti. (Hafta sonunun düşün sorusu olsun)
 
“Belirsizlik bir son değildir kuşkusuz ama zayıf bir haldir. Bir çeşit güçsüzlük hali…” Diye düşünüyordum ama şimdi bir kere daha bakmalı bu satırlara diye düşünüyorum. Belki de doğru soruyu sormamış olabilirim.
 
Neden bu kadar çok korkuyoruz acaba?” Mesela doğru başlangıç sorusu bu olabilir belki de. Felsefe doğru soruyu sormak ile başlar, önermesi çok daha mantıklı.