Şimdi güne dair, gündeme dair, içinden geçtiğimiz zamana dair bir bakış açısıyla yazmaya kalksam ne yalan söyleyeyim içinden çıkamam ve altında kalırım diye korkuyorum. Dilini ısır, kalemin boyunu kısalt, görme, duyma, yazma gibi öğütlerle, bizim köyün değirmenindeki sezonluk mahsulden daha fazla ezdi beni çevremdekiler. Hayır, zaten bir halt becerebildiğimde yok,  sanırsın ki uluslararası bir köşe yazarıyım, siyaset benden sorulur, okuyucu kitlem de rekor kırıyor. Yok, öyle bir şey elbette, azı karar çoğu zarar yuvarlanıp gidiyoruz gittiği yere kadar. İçimden geçeni, içime dert ettiğimi karalıyorum sadece ve iyi ki vaktinde bunu becerebilecek kadar mektebe gitmişiz Allahtan. Yoksa diğer ihtimali düşünemiyor insan belli bir noktadan sonra…
Hızına yetişemediğimiz bir gündemi kovalıyor zaman, zamana eş değer değil zamandan öte bir hızla akıyor bu günlerde dünya üzerinde yaşam. Öteki beri ki ayrımından nasibimizi alalı hayli oldu zaten, tutunduğumuz ne varsa tutamadığımızdan olsa gerek sürükleniyor bir bilinmeze doğru.
Sadece ahkâm kesiyoruz sessiz çığlıklarımızla,  bırakın bir duyan olabilme ihtimalini, kendimize sessizleşiyoruz git gide ve sağırlaşıyoruz ne yazık ki. Ne kaldı elimizde dersiniz?  Kalanın ne kadarı ne katacak bizden sonrakilere dersiniz? Unutmaya ve hafızadan uzaklaştırılanı yok saymaya meyilliyiz zaten. Kırk gün, kırk kere söylenileni bu güne değin kırk bin kere tekrar ettiklerimizle değiş tokuş ediyoruz. Var mı aksini söyleyebilecek olan? Kandırmayalım kendimizi, değerlerimiz aha da söylüyorum uçuyor ellerimizden bir bir. Ve ben utanıyorum kendi payıma kendimden.
Hayata aynı pencereden baktığımız onca insan, onca yoldaş ya perde çekmiş camına, ya da duvar örmüş gün ışığına. Tanıdık değil hiç kimse bu günlerde bizim buralarda, bırakın birbirini tanımayı, kendine yabancılaşıyor insan, kendine düğümlenen hayattan. Ve üstüne basa basa aynı sesler çoğalıyor ardımızdan. Çaresizler bunlar bundan sonrası daha kolay…
Düşünmeyin, konuşmayın, yazmayın, susun. Okumayın, öğrenmeyin, yormayın kendinizi, nasılsa bir işe yaramıyor, bu gidişle de yaramayacak gibi görünüyor. Bildikleriniz öğrenmeye anlamaya çalıştıklarınız bir işe yaramayacaksa ne diye o küçücük beynimizi yorup üzelim kendimizi, küçücük beynimiz yüzünden, niye üzsünler bizi, öyle değil mi? Hayata anlam katmak diye diye anlam aradığımız ne varsa sanki bir halüsinasyonmuş.
İnsanın yarına dair umudunu kaybetmesi ve yaşadığı günden vazgeçmesi, eksildiği duygulardan kaynaklanıyor elbette. Peki, neden eksiliyoruz biz, durduk yer demi, niye anlamsızlaşıyor ki hayat?
Vazgeçmek vazgeçirmek için oluşturulan şartlarla mücadele etmek, boğuşmak için gücümüz var mı yenidünya düzeninde.
Önümüze sunulanlar arasından nasıl bir seçim yaptığımızda kendimiz gibi olma şansı bulabiliriz diye hiç düşündük mü? Kimliksiz hayallerimizin can çekişiyle imtihan ediliyor olmak, bizi daha ne kadar azaltır bizden. Bütün bunlara bir anlam yükleyebiliyor muyuz, azıcık da olsa umut edebiliyor muyuz yarınlara dair?
Bu yılgınlık, bu bezginlik durduk yerde mi çöküyor üstümüze ne dersiniz?
Sanmıyorum, durduk yerde niye zulmetsin insan kendine, değerlerine mirasına, bir nedeni olmazsa neden kıysın yaşama sevincine, neden ötelesin yaşam tutkusunu cahilce.
Elde olmayan nedenler ve elinde olmayanlar yüzünden fakirleşiyoruz hayata, yoksunlaşıyoruz yenilenmekten, çoğalmaktan, büyümekten, bilmekten.
Hiç iç açıcı değil yaşadığımız günler, yarına dair bir ümitsizlik giyindik üstümüze sonumuz pek hayra alamet olmasa da yaşıyoruz yüreğimizde bitmeyen bir işkenceyle.
Miras yediler gibi sattık üç kuruşluk beyinlere servetimizi. Hiç kimseyi suçlamayalım boş yere, biz vazgeçmeseydik şayet değerlerimizden, değersizleştiremezdi hiç kimse, dokunamazdı emanetimize, kutsiyetimize, deli cesaretiyle. Buyurun neresinden tutalım diye beklemekten, kokuşuyor hayatlarımız. Dilini ısırmak, kalemin boyunu kısaltmak,  bilmek bilgilenmek yetmiyor işte çünkü çoğalarak kuyunun içinde beklemede taşlar…