Oburluğun dünyanın sonunu getirebileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Düşünseniz iyi edersiniz çünkü bu maalesef doğru. Bunu ben söylemiyorum; bilim adamları söylüyor. İnsanlar bu gerçeği kabul ettikleri takdirde önlem alınabilir. Önlem ise, bazılarının yaptığı gibi nüfus artışını teşvik etmek değil; tam tersine azalmasını sağlamaktır. Aksi takdirde kaçınılmaz sona doğru yaklaşıyoruz. Bizim nesiller belki bunu görmeyecek ama dünyayı kendilerinden ödünç aldığımız çocuklarımızın geleceğini düşünmek zorundayız. 
   16 Ekim Dünya Gıda Günü etkinliklerinde, önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacağı öngörülen gıda yetersizliğine şimdiden dikkat çekilmiştir.
   Biliyorsunuz obur gereğinden fazla yiyen, doymak nedir bilmeyenlere denir. İnsanoğlunun egosunda da bu vardır. Her anlamda açlığının ve isteklerinin sınırı yoktur. Günümüzde dünyada yaşayan insanoğluna baktığımızda; ne görüyoruz? Ürkütücü boyutlarda artan bir nüfus ve bunun yanında sürekli artan bir tüketim çılgınlığı!
   Dünyanın nüfusu 1940 yılında iki milyar iken bu gün sekiz milyar! Yani 80 senede dört kat artmış! Tabiat  milyonlarca yıldır besleyebileceği insan nüfusunu  1-1.5 milyar civarında dengede tutarken; son yıllarda tıptaki ve teknolojideki gelişmeler nedeniyle bu denge bozulmuştur. Bu bozulma sonucu dünya tehlikeli bir döneme girmiştir. Zira, dünya nimetlerini gereğinden çok fazla insan paylaşmak zorunda kalmaktadır. Tabii ki bu nimetler yetersiz kalacağından insan ilişkileri savaşlara neden olacak kadar bozulacaktır.
   Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler 15 Ocak 2015 tarihinde yayınlanan ''Dört Çocuk'' başlıklı yazımı gazetenin internet sayfasından veya benim facebook sayfamdan okuyabilirler. Ama ben yine de, oburluğun toplumsal ayağını oluşturan, bu nüfus artışının bazı önemli sonuçlarını maddeler halinde özetleyeyim.
   -Küresel ısınma; ve bunun sonucunda mevsim değişiklikleri oluşması ve fırtına, sel gibi tabii afetlerin artması.
   -Daha fazla insanı besleme zorlamaları sonucu toprağın çölleşmesi. Daha şimdiden dünya tarım arazilerinin % 33'ü orta ve üst düzeyde toprak bozulmasına uğramış durumdadır. Ayrıca, hava olaylarının neden olduğu kuraklığı da hesap edersek; gelecekte insanları açlık tehlikesinin beklediği yadsınamaz.
   - Tatlı su kaynaklarının azalması. Hatta bu nedenle, gelecekte su savaşları çıkma olasılığı. İnsanların  susuzlukla karşı karşıya kalmaları.
   -Solunabilir havanın kirlenmesi ve dünyanın akciğerleri olan ormanların azalması. Bu yüzden canlıların sağlığının tehdit altında olması.
   -Başta balıklar olmak üzere, hayvan ve bitki türlerinin ve mevcutların miktarının hızla azalması.
   Hızlanarak devam eden tüm bu olguların varacağı noktanın dünyanın sonunu getireceğini kestirmek bir varsayım değil; tam anlamıyla gözle bile görülebilen ve bilimsel olarak da ispatlanmış bir realitedir.
   Şimdi gelelim nüfus artışından kaynaklananın dışındaki tüketim olayına. Yani oburluğun diğer ayağı olan kişisel oburluğa.
   Refah arttıkça insanlarda  tüketim çılgınlığının önemli bir türü olan yeme içme çılgınlığı da başladı. Bu yüzden de çevrede rastladığımız obezlerin sayısı da hızla artmaya başladı. Bunu zengin ülkelerde daha çok görüyoruz. Gerçekten de Amerika'ya ilk gittiğimde obezlerin sayısı ve onların obezlik derecesi beni çok şaşırtmıştı.
   Obezlik tabii ki oburluğun bir sonucudur. Oburluk ise israftır. Bildiğiniz gibi, israf da dinimize göre günahtır. Aynı zamanda Hristiyanlık gibi diğer dinlerde de günahtır. Bu konuda, 1265-1321 yılları arasında yaşamış, ünlü edebiyat adamı Dante'nin yazdığı,dünya edebiyatının başyapıtı olarak kabul edilen ''İlahi Komediya'' adlı şiirsel eseri çarpıcı mesajlar vermektedir.
   Dante, Cehenneme, Araf'a ve Cennete yaptığı düşsel bir geziyi destanlaştırdığı bu eserinde Cehennemi şöyle tarif ediyor:
   Cehennem dibine doğru inildikçe daralan bir çukurdur. Bu çukur iç içe dokuz daireden (kattan) oluşmaktadır. Dairelerden her birinde farklı günahlar işlemiş günahkarlar bulunmaktadır. Aşağı katlara indikçe günahkarların cezaları da ağırlaşmaktadır. 
   İşin bizi ilgilendiren kısmı ise; üçüncü dairede oburların ve dördüncü dairede savurganların bulunmasıdır. Yani oburların ve savurganların cehennemlik olduğunun vurgulanmasıdır.
   Tabii ki biz işin dini yönüne girmeyeceğiz ama dünya kaynaklarının tüketilerek yok edilmesinde oburların payını da göz ardı etmeyeceğiz. Bu yüzden de aşırı tüketim konusunda gerekli önlemlerin alınması artık bir zarurettir.
 
   BİR ÖNERİ:
   Eskiden bize verilen terbiye; sofraya yeteri kadar yemek konulması ve sofradan bir şey artırılmaması idi. Hatta sofradan kazara bir ekmek kırıntısı düşse öpüp başa konulur ve kirlenmemiş ise yenirdi. Büyüklerimiz  bize bu konuda tasarruflu davranmamız gerektiği ile ilgili şu ata sözünü hatırlatırlardı: ''Solucan bile toprağı gıdım gıdım yer''. Bizde buna uyar;  ziyan olmasın diye zeytinin ve kirazın çekirdeğini bile yutardık.
   Peki, ben bunları niye anlatıyorum? Tabii ki evlerdeki, restoranlardaki ve özellikle lüks otellerdeki aşırı yiyecek israfını gördüğüm ve buna üzüldüğüm için. İnsanların önüne yiyeceğinden fazla yemek getirilmesi; ve özellikle açık büfelerde insanların yiyebileceklerinden çok fazla yiyecek almaları; ve bu yiyeceklerin önemli bir kısmının çöpe gitmesi; dünyada bu kadar aç insan varken gerçekten çok üzücüdür. Düşünün: Basit bir hesapla,80 milyon nüfuslu Türkiye'de günde kişi başına 10 gram ekmek ziyan edilse; bu günde 800 ton ekmek eder. Bir senede ise bu rakam 300.000 tona ulaşır. Sizce bu küçük bir rakam mıdır?
   Şimdi lafı daha fazla uzatmadan önerime geçiyorum. Bu önerim daha ziyade, insanların önündeki yemeklerin tamamını yiyemedikleri için bir kısmının çöpe gitmesi ve dolayısıyla çok israf yapılan lokanta ve restoranlarla ilgili. 
   Bu arada, genellikle karıştırılan lokanta ile restoranın farkını belirtelim: Restoran, lokantanın daha geniş ve daha sosyetiği olup; burada hazır yemeklerden ziyade müşteri isteğine göre hazırlanan yemekler servis edilmektedir.
   15 sene önce Amerika'ya gittiğimde iki tip lokanta dikkatimi çekmişti. Birincisinde, kapıdan girdiğinizde 10 dolar veriyorsunuz ve içerideki açık büfede istediğinizi istediğiniz kadar yiyorsunuz. Burada tepsi büyüklüğündeki tabaklara tepeleme yiyecek doldurup bunun yarısını yiyen, yarısını da çöpe döken birçok Amerikalı gördüm. Burada israfın dik alası yapılıyordu.
   Ama bizi asıl ilgilendiren ikinci tip lokantadır.
   Burada da açık büfe vardır. İstediğinizi istediğiniz kadar burada da yiyebilirsiniz. Ama bir farkla! Kasaya geldiğinizde tepsiniz tartılıyor ve gramajına göre para ödüyorsunuz. Yiyeceklerin hepsi beraber tartıldığı için, doğal olarak hepsinin birim fiyatı da aynı oluyor. Ama bu işin benim hoşuma giden ve güzel olan tarafı nedir biliyor musunuz? Herkes yiyeceği kadar alıyor. O yüzden gramına kadar hesap ediyor. Yani israf diye bir şey yok!
   Bu tip lokantaların Türkiye'de de tek tük uygulanmaya başladığını duyuyorum. Örneğim, benim mezun olduğum ODTÜ'de bir tane olduğunu duydum.ODTÜ her alanda olduğu gibi bu konuda da önderlik görevini yapmış. Buna sevindim.
    Ama bu tür lokantaların ülkemizde yaygın bir şekilde hayata geçmesini şiddetle öneririm. Bu yüzden bu lokantaları size biraz daha tanıtayım, belki meraklıları çıkar.
   Bu lokantaların Amerika'daki kısaltılmış ismi ''deli''dir. Almanca ''delicatessen'' kelimesinden geliyor. Zira ilk defa Almanya'da 1700 yılında uygulanmış. Ama kelimenin asıl kökeni Latince ''delicatus''dur.  Kısaca lezzetli yiyecekler anlamına gelir.
   Sonradan bu tür lokantalar İngiltere ve Fransa'da da uygulanmaya başlanmıştır. Şu anda yaygın olarak kullanıldığı Amerika'ya ise 1800'lerde gelmiştir.
   Aslında şarküteri-restoran arası işlevi olan lokantalardır. Yiyecek ve içecekler bu amaca göre seçilmektedir. 
   Benim anladığım kadarıyla delilerin orijinalinde tartı sistemi olduğunu sanmıyorum. Bu sistemi sonradan Amerikalılar icat etmiştir,diye düşünüyorum. İyi de olmuştur. Zira bunun hem keseye hem de sağlığa yararları vardır.
   Burada önerimi tekrarlıyorum: Deli tipi lokantaları çoğaltalım ve yararlarından istifade edelim!
 
 Şerafettin Üstünkol