"Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir! Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır... Çünkü siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır…" John Lennon

 

Geçen akşam yine her zamanki gibi tartışma programlarının birinin ortasında uyuya kalmıştım. Kim bilir alimlerimizin bilgi deryalarından neler kaçırdım? Bu arada onlar ne bilir ki neler buldum yattığım rüyalar âleminde. Stüdyoyu tsunami basmıştı! Halen daha yalaka olduğu için zihnimin kaygan travertenlerinde oturtamadığımdan adını ezberleyemediğim yorumcu, iktidar olanakları ile geldiği yorumcu sandalyesine can havliyle yapışmış, devletin onu görev zayiatı olarak silmemesi için stüdyodaki en iyi yüzme bildiğini kestirdiği kişinin ilk onu kurtarması yönünde yalvaran gözlerle cilveler yapıyordu ama nafile: görev zayiatı olduğunu da gördüm. Sonra artık Kapuz Mağarası olarak dünyanın bildiği 1970’lerde keşfedilen fakat bugün kentçe kanalizasyon olarak kullandığımız mağaranın sifon oluşumlarından birinin içinde tartışmaların sonuçlandığını ya da tıkandığını sezdim. Bunu bilemeyiz, çünkü mağara bugün katı atıklarımızın altında ve kendini belki de yüzyıllarca biz Zonguldak sevdalılarına kapatmış bulunuyor. Rüyalar böyle! Sert geçişler, saltolar var idi. Milla Jovovich var idi, idi Amin yok idi! Amin.

 

Neyse şakayı bırakalım; ‘Haberler’i, ‘Güldür Güldür’ü en sonrada ‘Tarafsız Bölge’yi takip ederken zaten yorgun olan algılarım kaydı, algının başka kapıları, belki de felsefik olanı açıldı aslında. Empati vardı, “nereden geldik nereye gidiyoruz” sorusu vardı ve daim Türkçe felsefe yapıyorken, ana dilde algılayabilmenin rahatlığıyla makul inanç vardı; “erdem”den bahseden felsefeden giren filozoflar gözümün önünde sanki tartışma programının anfi tiyatro oturgaçlarında hararetli bir konunun üstündeydiler. En önde de İbni Sina “bilim ve sanat takdir görmediği yerden göçer, gider” demişti ki bunu hatırladım ve bağını SergiOdası’nın her yıl çevresinde kültür sanata dair etkileşim yapanlara verdiği İbni Sina ödülleri ile ilişkilendirdim hemen. Ama önce belirtmeliyim ki rüya bir empati ile tüylerimi ürperterek başlamıştı:

     

““16 yaşımda, okulumdan, sınıfımdan, arkadaşlarımın arasından, sayıların, tarihlerin, çizgilerin ve kelimelerin soyut dünyasından, bir suçlu gibi yalnız, polislerce alınıp, öğretmenlerimin, müdürümün, hizmetlilerin önünden, milli eğitimin sınırlarından, milli gözetimin sınırlarına doğru götürülüyorum.

 

Arkamda bir sürü korku dolu gözler! Bende korkuyorum, iki kolumun sıkıca kavranmasından ve sürekli telsiz vızıldamasına maruz kalmaktan.

 

Eminim, bu durumun kendi başlarına gelmemiş olmasına içten içten sevinen onlarca kişi vardır. Kimse polisle karşı karşıya gelmek istemez. Tanıdığı onlarca kişi arasından polis tarafından sökülürcesine kopartılmak istemez.

 

Arkamda bıraktığım eğitim sistemi kendi düzenini günlük rutin yıllık planına, haftalık ders programına, sınav maratonları silsilesine döndürdükleri test çözüp, kafalarını bilmem ne yayınevinin test kitaplarından kaldıramama ruh hallerine, Osmanlıca felsefe ile mezar taşı arasında harmanlanan yeni moda akıl tutulmalarına “durmak yok aynı yoldan devam” deyip sürdürecek. Ve “ideolojiktir eğitim”, bunu diyemeyen “evrenseldir” görünümünde zannedecek halen. Verilen seminerler bu doğrultuda olacak ama ha seminer ha semaver? Korkudan ve kaygıdan hiçbir mekanizma doğru dürüst işlemeyecek, demokratik haklar, uluslararası yasalar, insan hakları, kul hakları lafta kalacak.

 

Bir kişi bile öğretim dizgesinden bir talebe eksilmiş, polis alıp götürmüş dönüp bakmayacak;  koca makamlarında tespih çeken kelli felli böcü takımtratın, ruhi üslubunu oturgaçlarına dayadıkları kaba etlerinin üzerinde dikili tiftiklerin hart hart kaşına durmasından bile daha fazla ilgilendirmeyecek. Ama ecdadını daha iyi tanıma merakı buyrulduğundan “nasıl olur da kolayca Osmanlıca öğretecek bir muhterem bulur, iki kelam felsefeye hâkim oluruz acebağa” diye rüyalar görmekten alamayacak kendilerini.””

 

Valla, son yıllarda özellikle muhafazakâr kesimin bir kısmının müthiş ulema kesildiğini ve başta Dostoyevski olmak üzere klasikleri nasılda hatmedip sürekli konuşma, yazı ve bilge tavanlarında geçirdiklerini takip etmek şaşırtıyor ve bu gelişmeye hayran da kalmıyor değildim. İlim kimdeyse saygı orayadır. Biz öyle okuyana “inek” deyip küçümseyeceklerden, “gereksiz” bulup şaşı bakanlardan değiliz ve bilginin haşmetinden her zaman tarumar olmayı beceririz. Lakin Dostoyevski okuyan ve tartışan bir zümre nasıl olurda demokrasi, aydınlık, erdem gibi kavramların çevresinde dönen kendi görüşünü rahatça ifade edebilme imkânına sahip olması gereken talebe takımına ket vurulmasını hazmeder, anlayamadım? Dostoyevski’yi hatmetmeden Kafka’nın ruh atmosferine mi kapılıyor kalenderler? Çok tehlikelidir bu, düşünürken, giderek böcek perspektifinden bir özgüvenle karamsar şatoların cılız aklığına hapsolmak. Okumak da değildir, düşünmek de… Sinek gibi odaları dolaşırken bir ara kütüphaneye uğramaktır artık. Böyle olmasın!

 

Tüm bu yaratıcı güncel dokümanın eğitim faslı acı. Öğretilen onca değer öğrencilerin aklına değil, kalbine giriyor. Bunca şekil verme ve aşırı politize olmuş toplumun damarlarından saf bir iyilik bulamamak sonuçta. Korku ile eğitim, öğretim. Korku ile yönetim, denetim. 12 Eylül darbesinden ne farkı var öyleyse; o günde korkuyorduk, bu gün de. Nerede yeni Türkiye? Ya da nedir demokrasi, sil baştan, al başa. Eğitim zart, dart, kart Bart Simson!