Bu hafta güncel bir konu yazmak gelmedi içimden. Nasıl gelsin? Gerek Zonguldak'ın gerekse ülkemizin gündeminde hiç güzel ve iç açıcı şeyler yok ki!  Gündemdeki berbat konulara temas edip bu soğuk kış günlerinde bir de ben canınızı sıkmak istemem. Biraz da gülmeye ihtiyacımız var, değil mi?
   O nedenle bu gün Aziz Nesin'lik, trajikomik bir anımı sizlerle paylaşıp, hem nostalji yapmak hem de sizi gülümsetmek ve düşündürmek istiyorum. Hem bu sayede eski bir kültürü tekrar hatırlamış ve nereden nereye geldiğimizi görmüş olursunuz.
   Zaman 1950'li yılların başları. Ben o sıralarda 5-6 yaşlarındayım ve Çaycuma'nın Yakademirciler Köyünde yaşıyorum.
   O yıllarda Çaycuma'da elektrik yok. Dolayısıyla soğutucu veya buzdolabı gibi elektrikli cihazlar da yok. Pastaneciler, dondurmacılar ve gazozcular özellikle yazları soğutucu olarak kar kuyularından getirilen yarı buzlaşmış kar kullanıyorlar.
   Çaycuma'daki nadir kar kuyularından biri de Ömer amcamındı. Amcamın namı ''Topal A'' idi. (Tabii ki mahalli lehçede 'A', 'ağa' yerine kullanılıyordu ama bunun bildiğimiz ağalıkla ilgisi yoktu. Erkekler birbirlerine genellikle  isimlerinin sonuna A takarak hitap ederlerdi.) Çünkü amcamın bir bacağı doğuştan kısa idi. Fakat çok uyanık ve cesur bir adamdı. Köyümüze birçok ilkleri o getirmiştir. Örneğin; kar kuyusunun dışında, ilk zirai meyve bahçesi ve üzüm bağını o kurmuştur. Yine köyde ilk kahvehaneyi ve bakkal dükkanını da o açmıştır. Okuması yazması yoktu ama okuryazarlara tutturduğu veresiye defterinde, borçlunun isminin üzerine işaret parmağını kor ve ''şu kadar borcun var'' derdi. Hiç hata da yapmazdı. Amcamın  Kemal isminde bir de oğlu vardı. Benden iki yaş büyük olan Kemal çok saf ve temiz kalpli bir çocuktu.
   Neyse biz gelelim kar kuyusuna. Amcamın kar kuyusu Balat Dağının yamacında ve köyün üst kısmında bulunan, köylülerin ''Böyük pöt'' dedikleri bir tepeciğin üstündeydi. Arazi kayrak malzemeden oluştuğu için su tutmuyordu. Kuyu yeri bu nedenle burada seçilmişti. Kuyu dediğimiz, ağız çapı 7-8 m. ve derinliği de 5-6 m. civarında, aşağı doğru indikçe daralan kesik koni şeklinde bir oyuktu. Dibe bir metre kala ağaçtan bir ızgara bulunuyordu.
   O yıllarda çok kar yağardı. Kar lapa lapa yağmaya başladığı zaman amcam köylülere haber salar, yevmiye karşılığı çalıştırmak için çağırırdı. Zaten kışın evde oturan ve yapacak başka işi pek olmayan köylüler bu çağrıya seve seve katılırlar; hem eğlenirler hem de çok ihtiyaçları olan üç beş kuruşu da kazanırlardı.
   Kar kuyusu doldurma işi bayram havasında ve eğlenceli geçerdi. Erkekler kürekle küfelere kar doldurur, kadınlar taşır ve çocuklar da kuyuya boşaltılan karı ayakları ile çiğneyip sıkıştırırlardı..Böylece kuyu, ağzına bir metre kalıncaya kadar doldurulur ve sıkıştırılan karın üzerine yarım metre kalınlığında saman yayılırdı. Bu saman biraz kar suyu emince çok iyi bir yalıtım vazifesi görürdü.. Yazın en sıcak günlerde bile altındaki karı güneşten iyi korurdu.
   Yazın Çaycuma'ya kar gönderileceği zaman, bu saman bir kenarından eşelenir ve altındaki adeta buzlaşmış kar özel bir testere ile kalıplar halinde kesilirdi. Bu kalıplar çuvallara sarılır ve eşeğin küfelerine yerleştirilirdi. Çaycuma'nın o günkü ihtiyacına göre eşekle günde birkaç sefer yapılırdı.
    Sıcak bir yaz günü yine Çaycuma'ya kar gidecekti. Amcamın o gün işi vardı, ve bu nedenle kar götürme işini Kemal'le bana verdi. Ben Kemal'le Çaycuma'ya gitmeyi çok seviyordum. Zira kar götürdüğümüz Helvacı Halit'in pastanesinde bize en sevdiğim şeyi ikram ediyorlardı; Sana yağı ile karıştırılmış gül reçeli ve yanında çeyrek somun ekmeği!
    Son seferi yapıyorduk. Pastanede büyük bir iştahla Sana yağlı reçelimizi de yemiştik. İkindi ile akşam arası köye dönmek üzere yola çıktık. Çarşı çıkışından 1 km. sonra ''Meçüt (mescit) Yanı'' denilen yerde, dere içinde iri iri böğürtlenler gördük. Biraz böğürtlen yiyelim dedik. Biraz da deredeki kurbağaları taşlayarak oyalandık derken bir de baktık ki akşam olmuş!
   Aceleyle tekrar yola koyulduk. Amacımız, karanlık basmadan, bizim köyün girişinde bulunan koruluğun içindeki dereyi  bir an önce geçmekti. Zira büyüklerimizden dinlediğimize göre, yakınında mezarlık da bulunan bu derede cinler ve periler varmış.
   Fakat eşek yavaş gidiyor. Deh, diyoruz, değnekle vuruyoruz hiç tınmıyor, bildiği gibi gidiyor! Bu nedenle dereye yaklaştığımızda zifiri karanlık çökmüştü bile. Bir de koruluğun kararttığı dere iyice korkutucu bir hal almıştı. 
   İkimizi de derin bir korku sardı. Amcaoğlu, 
   -Buradan nasıl geçeceğiz? diye sızlanmaya başladı.
   Benim aklıma o an parlak bir fikir geldi. Dedim ki,
   -Eşeğin küfelerine girelim; küfelerin dibine iyice sinelim. Cinler periler bizi görmeden eşek dereyi geçer!
   Kemal bu fikri beğendi. Hemen eşeğin üzerine tırmandık. Küfelerin içine girdik. Adeta küfelerin içinde kaybolduk. Şimdi eşeğin dereyi geçmesini bekliyoruz.
   Fakat o da ne? Hesap etmediğimiz bir şey oldu: Eşek otlamaya başladı, gitmiyor! Ben cinler duymasın diye, gayet alçak sesle ''deh!'' diyorum. Sopa vurulduğunda bile aldırmayan eşek bundan anlar mı? Tabii ki anlamıyor, otlamaya devam ediyor. Biz ise korkudan küfelerden dışarı başımızı bile çıkaramıyoruz..
   Böylece ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Geciktiğimizi görünce, meraklanıp bizi aramaya çıkan amcam bizi buldu da kurtulduk!
   
   Şimdi görüyorsunuz şu kısa hikayeden çıkarılacak ne kadar ders var!  Örneğin; bizim Çaycuma'nın daha 60 sene önce elektriği bile olmayan sıradan bir Anadolu kasabası olduğunu görüyoruz. Bu durum tabii ki Çaycuma'ya özel bir durum değildi. Çaycuma diğer Anadolu kasabalarına göre oldukça iyi bile sayılabilirdi. Kısacası, tüm ülke yoksul ve ilkel şartlarda idi.
   Bir diğer tespit: İnsanlarımızın o yıllarda cinlere perilere inanacak kadar cahil bırakıldığı ve kafalarının hurafelerle doldurulduğu gerçeğidir.
   Ayrıca, o yıllarda bir metre civarında yağan karın bu gün birkaç santime indiğini de görüyoruz. Küresel ısınmanın dramatik bir sonucu olan iklim değişikliği, hem üzücü hem de düşündürücüdür. Gelecek nesilleri gerçekten çok zor günler bekliyor. Ben küçükken babam, ''Oğlum, medeniyet beşeriyetin düşmanıdır!'' derdi de, ne demek istediğini anlamazdım. Şimdi ise gayet iyi anlıyorum! 
   Bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Görüyorsunuz o yıllarda 6-7 yaşındaki çocuklar tek başlarına 5-6 km. uzaklıktaki çarşıya gönderiliyorlar. Şimdi aynı yaştaki çocukları 100 m. uzaklıktaki bakkala gönderebiliyor muyuz?
   Bu arada tabii ki bir de kar kuyusu kültürünü de hatırlamış olduk. 
   Fakat en önemli ders; 60 senede kat ettiğimiz yolun net olarak görülmesidir. Bunu anlayabilmek için gözlerinizi kapayınız ve 60 sene öncesinin Türkiye'si ile bu günün Türkiye'sini karşılaştırınız. İşte o aradaki inanılmaz fark, Atatürk'ün ve Cumhuriyet'in kazanımları sayesinde gerçekleşmiştir. 
   Bunu asla unutmayalım!
 
Şerafettin Üstünkol