Bazı zamanlar vardır ki turnusol işlevi görür.

Böylesi dönemler insanı öyle savurur ki, yıllarca yazdığınız çizdiğiniz şeylerin, attığınız nutukların çook ötesine savrulduğunuzun farkına bile var(a)mazsınız.

Mesela 'hiç kimse kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın peşinen suçlu ilan edilemez' deyip etrafa ahkam kesersiniz; ama elinize bir fırsat geçtiğinde hasmınıza yargısız infaz yapmaktan geri dur(a)mazsınız. Size aynısı yapıldığında da cırlar, kameralara karşı küfretmekten hiç utanmazsınız.

Sevmediğiniz bir adam hapse düştüğünde, iflas ettiğinde ya da vefat ettiğinde; arkasından iyi şeyler yazmak/söylemek içinizden gelmese bile gerideki ailesini düşünüp sessiz kalırsınız. Zira edep adap bunu gerektirir...

Geçtiğimiz perşembe günü meslektaşımız Mustafa Özdemir'in tutuklanması, birilerini öyle mutlu etti ki, sessiz kalmayı bile beceremediler. Sevinçlerini gizleyemeyen malum çevreler, 'oh olsun' demekten, 'vurun abalıya' tarzı bir yaklaşımda bulunmaktan kendilerini alamadılar.

Sonuç olarak herkes kendine yakışanı yapıyor. 

Peki meslek örgütleri ne yaptı?

Onlar da sadece sustu.

Bir meslektaş, bu durumu gazeteciliğin yüz karası olarak nitelendirdi ki, bu tespite katılmamak mümkün değil.

(Olaydan 4 gün sonra) dün akşam saatlerinde Karaelmas Gazeteciler Derneği'nden(KGD) enteresan bir açıklama geldi:

"Meslek örgütü olarak öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, gazeteciler bu olayda taraf değildir. Üzülerek görmekteyiz ki gazeteciler arasındaki kutuplaşma had safhadadır. Meslek örgütü olarak meslektaşlarımıza çağrımız adli olay olarak soruşturulan bu olayın adaletli şekilde aydınlatılmasından başka bir temennide bulunmamalarıdır."

Evet, basın, yargıya intikal eden konularda kesinlikle tarafsız kalmalıdır. İlk günden beri ben de aynı şeyi söylüyor, hukuka vurgu yapıyorum. Fakat işin yargı kısmı kadar insani ve mesleki tarafı da yok mu beyler? Sonuçta ortada intihar eylemi bile yok, sadece intihar girişimine azmettirme iddiası var. Bunu da yargı açığa çıkaracaktır. Bunun aksini düşünen de yok.

Demem o ki; yargı kararına saygı tavsiyesinin yanında meslek kuruluşu olarak meslektaşınıza bir tek kelimeyle de olsa geçmiş olsun temennisinde bari bulunabilseydiniz.

Haa, bir de yargılama bitmeden yılların gazetecisine 'gazeteci kimliğine bürünen kişilik' manşetleriyle yargısız infaz yapan zihniyete de iki kelam edebilseydiniz... Keşke...

DÜŞENE TEKME VURMAK

Yeryüzüne yayılan hemen hemen tüm uygarlıkların geleneğinde ve kültüründe vardır, düşene tekme atmamak. Orta çağ Avrupasında düello yapan şövalyeler, hasmının silahı düştüğünde kendi silahını da atar, durumu eşitlerlerdi.

Keza düşmanı yere yuvalanırsa, ayağa kalkmasını beklerdi. Asalet timsali insanlara boşuna şövalye ruhlu dememişlerdir. Bizde de düşene tekme atmak, arkadan vurmak, pusu kurmak sinsilikle eş anlamıdır ve çok ayıplanan davranışlardır. Kavgada düşmana saygı esastır. Asalet bunu gerektirir.

Bunu yıllar önce Mustafa Denizli çok iyi örneklemişti. Meczup bir amigo ona kafa attığında birlikte yere yuvarlanmışlardı. Denizli olayın şokunu atlatır atlatmaz ayağa kalktı ve ceketini silkeleyerek yürüdü, gitti. Arkasına bile bakmadı. Saldırganı öylece bıraktı. Bu asil bir duruştu. Bugün ise o Denizli’nin öğrencisi Ümit Özat kendine saldıran taraftarı yere serdikten sonra tekmelemeye devam ediyor.

Bir serseriyi muhatap alması bir yana düşene vurulmaz prensibini de bir tarafa bırakıyor. Ve kaderin garip bir cilvesi olacak ki, sahadaki rakibi Hikmet Karaman da yere düşen Özat’ı tekmeliyor.

Aslında tekmelenen Türk antrenörlüğü oluyor. Asaletle sefalet aynı gemide yan yana yolculuğa devam ediyor. Bir yanda Mustafa Denizli, bir yanda bunlar...