Bazı kentler vardır ki; talihsizdirler. Hak ettikleri yere bir türlü gelemezler; veya getirilmezler. Gelişmeye son derece elverişli şartlara sahip olmalarına karşın bu potansiyellerinden faydalanamazlar. Diğer bir deyişle;  unları, yağları ve şekerleri vardır da helva yapamazlar. Bu durum ne kadar devam eder? Tabii ki helva yapacak ustalar yetişinceye kadar!

   İşte bizim Çaycuma'da düne kadar yukarıda bahsettiğim talihsiz kasabalardan biriydi! Bakınız ''kent'' demiyorum; ''kasaba'' diyorum. Zira daha yeni yeni kent olmaya başladı. Yani kötü talihi değişti ve yıldızı parlamaya başladı; ve artık parlak bir kent olma yolunda hızla ilerliyor!

   Bu değişimin sebebi ne? Sebebi; Çaycumalılar artık kendilerine zorla dayatılan kömüre bağımlılıktan kurtuluyorlar. Bu nedenle de helva yapacak eğitimli ustalar yetişmeye başladı. Hatta şimdi bir de ustabaşıları var. Bu ustabaşı kim mi? Belediye Başkanı Bülent Kantarcı tabii ki!

   Şimdi de yukarıda yazdıklarımın altını doldurarak neden bunları yazdığımı açıklamaya çalışacağım:

   Hepinizin bildiği gibi, Çaycuma doğası ve coğrafyası ile harika bir yerdir. Ben Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika gibi dört kıtada birçok ülkeyi gezdim. ''Böyle bir güzellik görmedim!'' diye abartmayacağım ama benzerini de çok az gördüğümü söyleyebilirim. 

   Bir kere,  ormanları ve vadileriyle yemyeşil ve verimli topraklara sahip bir arazisi var. Hem denizi hem de nehri var. Hem kara yolu, hem deniz yolu, hem tren yolu ve hem de hava yolu var.  Ayrıca, Filyos Çayı 66 kilometre içeriye doğru ilerleyince sadece 33 metre kot farkı yapıyor. Bu demektir ki, bu nehir kanal içine alınırsa; en azından küçük gemiler 66 kilometre içeriye girebilir. Dünyada en ucuz taşımacılığın deniz yolu taşımacılığı olduğu göz önüne alındığında; ekonominin gelişmesi açısından bunun önemi yadsınamaz. Ayrıca, bu kanal sayesinde elde edilecek nehir kenarındaki bir şehri bile besleyebilecek verimli araziler cabası.

   Görüyorsunuz; Allah bu kadar imkanı bir arada vermiş. Un, şeker ve yağ hazırda bekliyor! O halde şimdiye kadar neden helva yapılamadı?

   Yukarıda da söylediğim gibi,en büyük neden Zonguldak'taki kömür ocakları! Zonguldak'da kömürün bulunuşu Çaycumalılar için hayırlı olmamıştır. Zira, zaten Osmanlılar döneminde tüm Türkler gibi  Çaycumalılar da fakir ve eğitimsiz bırakılmışlardı. Bir de mükellefiyet dönemlerinde zorla ocaklarda köleler gibi çalıştırıldılar ve kendilerine madencilikten başka seçenek bırakılmadı. Öyle ki insanlar madencilikten başka bir iş düşünemez hale getirildi. Bu durum Çaycuma'nın gelişmesini uzun yıllar engelledi.

   Tam da burada küçük bir anekdot aklıma geldi: Köyümüzden (Yakademirciler Köyü) çocukluk arkadaşım Nevzat Eyidoğan, liseden sonra Çaycuma'nın bir köyünde kısa bir süre vekil öğretmenlik yapmıştı. Bana anlattığına göre; yaptığı kompozisyon yazılısında çocuklara, ''büyüyünce ne olacaksınız?'' diye soruyor. Şu ilginçliğe bakınız ki; çocukların istisnasız hepsi de ''Büyüyünce ocağa gireceğiz ve baş çavuş olacağız!'' diye yazıyor. Öyle ya; çocuk madencilikten başka bir meslek görmemiş ki! Onun nazarında  köye geldiğinde şerefine tavuk kesilen en büyük adam da maden başçavuşu!

   Öneminden dolayı ''mükellefiyet'' konusunu biraz daha açmak isterim. Mükellefiyet, insanları kanun emriyle ve tıpkı köleler gibi zorla çalıştırmaktır. Zonguldak'da birinci mükellefiyet dönemi Osmanlılar zamanında 1867 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi ile başlatılmış; ve bu dönem 1923 yılına kadar sürmüştür. İkinci mükellefiyet dönemi ise 1940 yılında çıkarılan ''İş Mükellefiyeti'' yasası ile başlatılmış ve 1950 yılında sona erdirilmiştir.

   Her iki mükellefiyet döneminde de, başta Çaycumalılar olmak üzere, yöre insanı, insan yaşamı ve onuru hiçe sayılarak; can güvenliğinin bulunmadığı, ve sağlık koşullarının çok kötü olduğu yer altı kömür ocaklarında; açıkça kölelik koşullarında zorla çalıştırılmışlardır. Nitekim,artık mükellefiyetin olmadığı; şartların göreceli olarak düzeldiği, benim de  müessese müdürlüğü yaptığım 1980'lerde bile Zonguldak maden ocaklarındaki iş kazalarında ölen işçi sayısı yılda ortalama 90-100 civarında idi. Yaralı ve sakat sayısı ise binlerle ifade ediliyordu. Yer altındaki kötü sağlık şartları, ve özellikle yer altı tozlarının neden olduğu pnömokonyoz ve bunun çok tehlikeli türü olan silikoz hastalığı nedeniyle hastalanan ve genç yaşta ölenleri  rakamlarla ifade etmek ise imkansızdır.

   Bu koşullarda yer altında yıllarca çalışmaya mahkum edilen ve adeta madenciliği kaderleri gibi görmeye başlayan bu insanlar ayrıca sürekli ezilmişlerdir. Bu eziklik duygusu sonucu kendilerine güvenlerini de kaybeder olmuşlardır. Neredeyse kendilerinden kazmacı ve tahkimatçı dışında adam yetişmeyeceğine inanmaya bile başlamışlardır.

  Bunu teyit etmek için başımdan geçen bir anekdotu anlatayım: 

  1972 yılında ODTÜ'den yüksek maden mühendisi olarak mezun olduktan sonra, o zamanki ismiyle EKİ Kilimli Bölümünde ocak mühendisi olarak işe başlamıştım. Bölüm binasının koridorunda, oda kapımın hemen yanında oturan odacı Satiye Hanım'ın konuşmalarını duyabiliyordum. Koridora giren kişiler ''mühendislerden kim var?'' diye sorduklarında; ''Ahmet Bey var, Mehmet Bey var'' diye saydıktan sonra, ''birde Gara Hasan'ın uşa (oğlu) var'' diye ilave ediyordu!

  Bir, iki, üç beş derken bir gün dayanamadım; zile basıp Satiye Hanım'ı çağırdım. Dedim ki,''Satiye Hanım, benim babam gerçekten Kara Hasan ve ben onun oğlu olmaktan gurur duyuyorum. Ama neden herkese bey diyorsun da bana gelince Kara Hasan'ın uşağı diyorsun? Bana beyliği yakıştıramıyor musun?''

  Satiye Hanım kem küm etti. ''Vallahi kötü niyet yok. Sen bizim uşamızsın da ondan!'' falan dedi. Halbuki, aslında belki Satiye Hanım'ın kendisi bile farkında  değildi ama - içlerinde master yapmış ve lisan bilen tek mühendis ben olmama rağmen - beni diğerlerinin seviyesinde görmüyordu. Onun gözünde ben sıradan bir işçinin çocuğu, diğerleri ise saygın beyefendiler idi.

   Sanırım bu örnek yöre insanının ezikliğini ve bunun yarattığı aşağılık kompleksini net bir şekilde ifade etmektedir.

   Şimdi ise durum farklılaşmaya başlamıştır. Bir zamanlar 55.000 işçi çalıştıran Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) küçülttükçe küçültülmüş ve bu gün çalışan işçi sayısı 10.000'in altına düşmüştür. Yani bu kurum artık istihdam alanı olmaktan çıkmıştır. Bu durum, bu kurumdan başka ekmek kapısı bilmeyen yöre halkını önce şaşırtmışsa da; yeni istihdam alanları arayışına sevk etmesine de sebep olmuştur. Bana göre hayırlı da olmuştur. Zira, bu arada eğitim alan ve madenciliğin bir kader olmadığının farkına varan Çaycumalılar ellerindeki hazinenin de farkına varma fırsatı da bulmuşlardır.

   Ha, bu arada yöre halkının ekmeğini kazanabilmek için göç etmeye başlaması benim ''Kurumun küçülmesi hayırlı oldu'' tezime ters gelebilir. Ben bunun geçici olduğuna, Çaycuma ekonomik açıdan geliştikçe gidenlerin geri geleceğine inanıyorum. Hatta kömüre bağımlı olan Zonguldak'ın kömür üretimi azaldıkça Çaycuma'ya doğru kayacağına ve Çaycuma'nın ileride bir cazibe merkezi haline geleceğine de inanıyorum. Çünkü ben gelişmeleri yakından görüyor ve takip ediyorum. ''Görünen köy kılavuz istemez'' atasözümüzde olduğu gibi gidişatı görüyorum.

   Bir kaç hafta önce  Zonguldak'a gitmiştim. Tabii ki Çaycuma'yı ve Çaycumalı dostlarımı da ziyaret ettim. Hatta köyümü ve köylülerimi de ihmal etmedim. Çaycuma'da gördüklerim beni gerçekten gururlandırdı.60 yıldır bildiğim ve bu 60 yılda klasik bir Orta Anadolu kasabası görünümünden kurtulamayan Çaycuma'nın modern bir kent olma yolunda aldığı mesafeyi görünce şaşırdım. Bir an için kendimi İsviçre'nin bir kentinde sandım.

   Değerli dostum, Belediye Başkanı Bülent Kantarcı ile küçük bir şehir turu yaptık. Şehir merkezinin nasıl dizayn edildiğini hayranlıkla izledim. Sayın Kantarcı'da zaten var olan vizyonla bilgi ve tecrübe birikiminin azim ve disiplinle birleşince, başarılamaz denilen şeylerin nasıl başarılabildiğine şahit oldum.

   İstasyondan şehir merkezine gelen ana arter yeniden yapılıp düzenlenmiş. Yol kenarlarına araba park edilmesi yasaklanmış ve Avrupa'da olduğu gibi yolun iki tarafına bisiklet yolları yapılmış. Şehir merkezi kırmızı parke taşları ile döşenmiş ve araba girmesi yasaklanmış. Adeta gezi yeri gibi olmuş. Araçlar için açık ve kapalı otoparklar yapılmış ve kapalı otoparklara girişler HGS sistemine bağlanmış. İnsanlar araçlarını park ettikten sonra, Türkiye'de ilk defa gördüğüm mekik dedikleri lastik tekerlekli mini trenlere veya golf arabalarına binip şehir içinde bedava dolaşarak alışverişlerini yapabiliyor. İşi bitince tekrar aynı trenlerle araçlarına dönebiliyor.

   Bu sistem çok hoşuma gitti. İnsanlar adeta lunaparkta eğlenir gibi dolaşıyorlar. Hatta köyüme gittiğimde ziyaret ettiğim, biraz rahatsız olan, amca oğlu Kemal'in eşi beni çok güldürdü. Anlattığına göre bizim 72 yaşındaki Kemal ''ille de beni Çaycuma'ya o trenlere bindirmeye götürün'' diye ısrar ediyormuş. Bu yüzden bir kaç defa götürüp bindirmişler!

   Ayrıca, cuma günleri merkez çarşıda kurulan pazarın yeri de değiştirilmiş ve çarşının dış kısmına alınmış. Tabii ki doğrusu yapılmış. Zira cuma günleri şehir merkezi komple pazar yerine dönüyordu ve bu görünüm Çaycuma'ya hiç yakışmıyordu.

   Şimdi Çaycumalıların haklı bir beklentileri var: Filyos Vadisi'ne bir üniversite kurulmasını istiyorlar. Sayın Bülent Kantarcı bunun için 900 dönüm arazinin hazır olduğunu söylüyor. Türkiye'de hiç bir üniversite bu büyüklükte bir kampus alanına sahip değil. Ayrıca, gerek Çaycuma'nın coğrafi konumu gerekse şimdiki ve gelecekteki potansiyeli açısından bu bölgeye bir üniversite çok da yakışır.

   Bir şey daha eklemek istiyorum: Zonguldak dahil, bir çok şehir merkezinde olmayan dinamik ve huzurlu sosyal yaşamı Çaycuma'da görebilirsiniz. İnanmayanlar bir akşam saat 22.00-23.00 civarında Çaycuma'ya gitsinler; halkın cadde ve parklarda nasıl cıvıl cıvıl dolaştıklarını ve eğlendiklerini kendi gözleri ile görsünler!

   Yukarıda Belediye Başkanı Bülent Kantarcı için ''ustabaşı'' tabirini kullanmıştım. Gerçekten de Çaycuma'da sür'atle yetişen diğer ustalara önderlik ediyor. Kendisini orada tebrik ettim ve buradan da ediyorum. Ayrıca, çalışmalarının diğer belediyelere de örnek olmasını diliyorum.