Zonguldak’ın 29 Ekim 1923 de kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin; Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından ilan edilen ilk ili olduğunu kaç Zonguldak’ lı, Zonguldak’ın Fener Mahallesi’nin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Şehir Planlama” ilkelerine göre kurulan ilk mahallesi olduğunu, değil kaç Zonguldak’ lı o mahallede oturmuş kaç kişi biliyor acaba?

Böyle değerlere sahip emek kentinin, bu mahallesinde doğan, okuyan, delikanlılığını geçiren, yaşamın yönlendirmesi ile İstanbul’a göçen, anne, babası da bu şehirden ayrılınca Zonguldak’ını ve Fener Mahalle’sini unutmayan ve unutmayacak bir Zonguldak sevdalısıyım ben. Her yıl Mayıs ayı gelip günler Haziran’a doğru akmaya başladı mı duygularım beni her saniye Zonguldak’a götürür. Gördüğüm her rengi mahallemin renkleri, duyduğum her nebat kokusunu kentimle özdeşleştiririm.

Fener Mahalle’mizi 1959-1960 da hatırlamaya başlıyorum. Tanıştığım ve ömrümce unutamadığım ilk nebat ile karışık toprak kokusu yine bir mayıs gününde evimizin bahçesinden burnuma gelmişti.Ön bahçemizdeki çiçeklerin bulunduğu göbeğin etrafına dikili lavantalarla, beyaz, fes rengi küçük Çin karanfillerinin yakıcı kokusunu, siyah yeşil İngiliz çimlerini babamın teker, teker fideleyişini unutamıyorum. Sigarayı bıraktığını sanan tiryakilerin daha sonra içtikleri ilk sigaradan aldıkları baş döndürücü tadı; ben o günleri düşlediğim an alıyorum. Karanfil, lavanta, leylak ile karışık hanımeli kokusu burun hücrelerimdeki koku merkezi dışında ayrıca beynimde bu görevle yükümlü olmayan tüm hücreler tarafından bile algılanıp beni kırk beş yıl öncesine götürüyor.

Fener Mahalle’mizde her yaz yollar katranlanırdı. (O zamanlar biz çocuklar asfaltlama işlemine böyle derdik, yola serilende aslında sadece ziftti) Bunun için küçük lokomotif gibi bir makine kullanılırdı. Kokusu hala burnumda olan bu ilkel asfalt çok sıcak havalarda yumuşar,balonlaşır, katranlar yürürken bazen ayakkabılarımıza yapışırdı.

E.K.İ Liman Şantiyesi (Şantiye şefi de babam Nurhan ÇELEBİ idi) her yaz başı, evlerin ve caddenin etrafındaki çok sayıdaki beton parmaklıklar, bütün mahalle boyunca ikili sıra olarak uzanan yol üzerindeki çınar ağaçlarının toprak seviyesinden bir, bir buçuk metre yükseklikteki kısımları kireçle boyanır bembeyaz şeritler oluşurdu pastel renkli ve bol yeşillikli evlerimiz arasında.

Güzellik, düzen ve temizlik için gizli bir yarış vardı komşularımız arasında. Evlerimizin hepsi pembe, yeşil, sarı pastel renklerle boyalı olup başka renk ev yoktu.Simetrik bir yapılanma vardı ve insanlar o düzeni korumaya aşırı özen gösterirlerdi. Tiplerine göre C-D-K tipi evlerde oturulur; A ve B tipleri ise misafirhaneydi. Mahallemizde Şehir Stadyum’unun yanında sarı renkli 9, 24 ve 28 daireli apartmanlar, ayrıca “Kömürspor Kulübü”nün önünde üç katlı pembe renkte bir apartman olmak üzere toplam dört apartman vardı ve kaloriferle sadece bu apartmanlar ısınır, diğer evler sobayla ısınırdı. C Tipi evler dubleks olduğu için zor ısınırdı. Ayrıca Fransız’lardan kalmış kepenk renkleri kırmızı-kahve karışımı evler ve bu evlerin arkasında küçük bir koru vardı. Karlı havalarda bu küçük koruda tüfekle kuş avlarlardı. Maalesef koru kesilip ve evler yıkılmış yerine bugünkü beton TTK binası yapılmıştır. Çevre bilinci o gün olsa; bu kesinlikle yapılamazdı diye düşünüyorum.

Bu evlerin yanında kuruluş yılı 1942, forma rengi Kırmızı-Beyaz, arması Zonguldakspor’ a verdiği kazma ve çekiç olan Kömürspor Kulübümüz vardı. tam karşısında çok değişik yapısı olan daha önceleri kilise olarak kullanılmış dışı ve tavanı saç, yeşil cepheli,yeşil kepenkleri olan kırmızı damlı ev vardı. Kömürspor Kulübü’nün önündeki beton zeminde Kömürspor’ un daha sonra da Zonguldakspor’ un her şeyi olan Zonguldak’ın Hamit AGA’SI, bizimse Hamit Amcası olan İzmir Altınordu Spor Kulübü kurucusu Sait ALTINORDU ile birlikte Türkiye’nin ilk lisanslı (eski Türkçe yazılı) futbolcusu olan Hamit SERTBAŞ’ tan aldığımız formalar ve futbolcu ağabeylerimizin bize kulüp soyunma odasından Hamit Amca’nın bilgisi dışında verdiği futbol topları veya elimizde her zaman mevcut bulunan tenis topu veya “100 kuruşluk” plastik toplar ile maçlar yapar, yaptığımız çıtalı engeller ve kum havuzları ile atletizm müsabakaları düzenler, kulübün önündeki kulvarı set olarak kullanıp ayak voleybolu oynardık. Sahamızın bitişiğindeki amcanın bahçesine kaçan toplarımızın bıçakla kesildiği az olmadı. Yaşamında onun kadar da çok top kesen kimse olmamıştır diye düşünürüm. Bağrış çağrış süren maçlar, kesim işleminden sonra yarım saat kadar süren ölüm sessizliğini takiben “kukalı saklambaç” oynamaya başlardık.

Delikanlı, yakışıklı ağabeylerimiz (bugünkü dedeler) mahallemizin hala güzelliklerini hiç kaybetmeden koruyan ablaları (bugünkü babaanneler, anneanneler) ile köşede merdiven başında veya kulübün yanında bulunan iki havuzun başında leylak, karanfil, gül, akasya, çam kokuları arasında sessiz ve derinden sohbet ederler, ilk kaçamak sigaralar burada içilmeye başlanır,mahallenin çınar ağaçlarının gövdelerine kalpli,oklu harfler kazınırdı. Yazın son çiçeği olan yaseminin kokusu da okulların açılmasına çok az kaldığını gösterirdi.

İran Şahı Rıza Pehlevi ile eşi Kraliçe Süreyya’nın geldiklerinde kaldığı, bizim için de övünç olan “A” Tipi misafirhanesinin bahçesini seyretmek bir ömre bedeldi. Misafirhanenin bahçesinde bulunan cam bekçi kulübesinin; kışın yağmurlu, karlı havada içinde yanan şöminesi ile gece gündüz seyrine doyum olunmazdı. Hep orada bekçi olmak isterdim.

O zamanlar mahallemizde mal,mülk, araba markaları, borsa, hisse senedi,TÜFE,TEFE konuşulmazdı. Konuşulanlar, bahçedeki domatesler (bir keresinde bir domates 670 gr. gelmişti), güllerin rengi, kokusu, sarı, yeşil, kırmızı erik ağaçları ve eriklerin tadı, bahçelerin düzeni, renk,renk sümbüller, püsküllü iri mısırlardı. Bunları bahçeye ekmenin de bir kuralı vardı. Evlerin yola bakan tarafına çiçeklerin ekilmesi, yola bakmayan kısma ise sebzelerin ekilmesiydi. Bu güzelliğin gösterisi ile bereketin,imrendiriciliğin saklanması inceliğiydi.Hepimizin babası paydos saatinden sonra (yazın17.30, kışın 16.30) eve gelince adeta birer bahcevan olur, konuşulan konu ise “bu sene tohumluk domates için çekirdek kimden alınıp ekilmeli, salatalık için kimin tohumu alınmalı, kimin bahçesinden gül aşılanmalı, gübrenin iyisi nereden alınabilir?”olurdu. İlkbaharın sonuna doğru kuru otlar yakılır, mahalleyi bir tütsü kokusu sarardı, görünüm de adeta Kızılderililerin haberleşmesini çağrıştırırdı.

Büyük Şair Orhan VELİ’ nin “MEMLEKET ŞİİRLERİ” adlı yapıtına şehrimiz ve mahallemiz şöyle yansıyordu.

"Zonguldak yolundayız

Dağların tepesinden, birden bire denizi göreceğiz.

Denizi gökle bir göreceğiz

Şimal rüzgarları gelecek uzaktan

O yolcu, biz yolcu.

Şimal rüzgarları ile öpüşeceğiz.

Güneşli bir günde masmavi göreceğiz Karadeniz’i

Balkaya’dan Kapuz’a kadar

Karış karış biliriz biz bu şehri

EKİ’nin çiçekli bahçeleri

Rıhtıma kömür taşıyan vagonları

Paydos saatlerinde yollara dökülen insanları ile

Siyah akar Zonguldak’ın deresi

Yüz karası değil kömür karası

Böyle kazanılır ekmek parası."

********

Gerçekten o zamanlarda Zonguldak’ta ekmek kömür karası ile kazanılırdı. Kömür bizlerin her şeyiydi. Büyüklerimiz E.K.İ de çalışır, E.K.İ de çalışmayanlar da oluşan bu artı değerin ticarete girmesiyle yaşamlarını idame ettirirlerdi. Bizleri adeta E.K.İ okutuyordu, onun sağladığı servis araçları ile Kilimli, Kozlu,Üzülmez, Karadon,Fener bölgelerinden öğrenciler ücretsiz Merkezde bulunan okullara ulaşma imkanını buluyordu. Servisler hostes ablalı, “j” plakalı lüks minibüsler değil, "67 AC …." siyah plakalı White marka kamyon kasa idi. Kasa, ya tente ile kapatılmış ( koyu yeşil burunlu) ya da otobüs haline getirilmişti (mavi), onunla okula gidip gelmenin tadı şu an en modern uçaklarla yapılan seyahatlerde bile alınamaz benim için.

İlk Okulum (Yayla Özel İlkokulu) mahallemizin içindeydi. Adında “özel” kelimesi vardı ama ücretsizdi, bence özelliği bugünden daha insancıl ve çağdaş eğitimin verilmesine bağlıydı. Okulun tüm personel ve eğitim giderleri E.K.İ tarafından karşılanan beş derslikli on sınıflı bu okulda okurduk. Bilmem o zamanlarda kaç tane piyano vardı Türkiye’de; ama bizim okulumuzun piyanosu vardı. Müzik derslerinde Muammer SUN’ un çok sesli hale getirdiği halk şarkılarını pikaptan dinlerdik. Okulumuza 1966 yılında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gelmiş, Suna KAN solist olarak katılmış okul aile birliğimizin düzenlediği bu konseri akşam da veliler seyretmişti. Beşinci sınıfta okurken de İ.T.Ü’ nün caz grubu gelip bize okulda dinleti vermişlerdi. Okulumuzda derse giriş ve çıkışlarda zil yerine

müzik çalıyor, beslenmemizin iyi olması için büyük teneffüslerde süt ve bisküvi dağıtılıyor, teneffüs aralarında bahçe merdiveninde yer kapıp çizgi üzerinde üç taş oynuyorduk. Öğretmenlerimizin hepsi ile aynı mahallede oturuyor, bir çoğunun çocukları ile sınıf arkadaşı ve öğretmenlerimizle okul dışında teyze; eşleri ile de amca olarak görüşüyorduk. Okuldaki öğretmenlerimizin hepsi bayandı, “Katip amcamız” Recep Bey (yazışma ve idari işleri yürütürdü) ve personellerimiz Bayram, Rıza, Muharrem, Süleyman Amcalar baydı. Başöğretmenimiz Sabiha AR, diğer öğretmenlerimiz Hikmet DERELİ, Ayşe KARAYAZICI, Türkan KURAK, Fikriye ÇETİN, Necla ÖVÜN, Nebahat SILAY, Melahat SOYARSLAN, Aysen BETONCUOĞLU, Zümrüt İMAMALİOĞLU ve Nezahat öğretmenlerdi. Ayşe Öğretmenin kızı (sınıf numarası 42) Belgin ve Necla Öğretmenin kızı (sınıf numarası 130) Nadide bizim sınıftaydı . Belgin şimdi Ankara Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde İngiliz Dili ve Edebiyatında profesör, Nadide’ de TRT ‘de enfes caz müziği programları yapıyor. 112 Kenan ÖVÜNÇ ise (ilk, orta,lise 9 yıl aynı sınıfta okuduk, Milli Futbol Hakemi Ali Övünç’ün oğlu) şimdi Ankara Yüksek İhtisas Hastanesi’nde Kardiyoloji profesörü olarak görev yapıyor.

Okulumuzun sineması vardı ve filmler eğitime katkı amacı ile ücretsizdi. İstanbul’un en büyük sinemalarında tahta koltuklarda film seyredilirken bu sinemada açık yeşil renkte,fitilli, son derece hoş, kaliteli deri koltuklar bulunurdu. İlkokul öğrencileri Pazar günleri 10.30 da, diğer öğrenciler haftada iki gün ve her seferinde değişik olan filmleri kızlı, erkekli karışık olarak seyrederdik. Daha sonra çarşamba, cumartesi günleri kızlar erkekler ayrı gruplarda peş peşe seanslarda izlemeye ve sonra da erkekler salı,cuma günleri; kızlar da çarşamba,cumartesi günleri olarak saat 16 da bu filmler izlemeye devam ettik, sonunda da ne hikmetse tamamen kaldırıldı.

Yayla Sineması’nda cumartesi ve pazar geceleri hariç her gün büyükler için de film vardı. Pazartesi, perşembe günleri matine, suare oynar, diğer günlerde sadece suare olurdu. Matine 17.30 da başlar, “bugün beş buçuğa gidelim mi?” veya "beş buçuğa gittin mi?" denince bunun ne anlama geldiğini herkes anlardı. Büyüklerin akşam sekizde yazın da dokuzda başlayan suare saatine 18 yaşından küçükler giremezdi, ama bu kural yazın biraz gevşer tüm mahalle delikanlıları ve genç kızları akşamları sinemada buluşurduk. Mahallemizin büyüğü Cenk KORAY ağabeyle bu filmleri o yaz gecelerinde izlemek ayrı bir zevkti. Hele film Türk filmi ise Cenk Ağabey’in filmin artistleri ile yüksek sesle girdiği diyalog sonucu oluşan espriler bizleri gülmekten kırar geçirirdi. Film aralarında Hamit Aga’ nın çalıştırdığı sinema büfesinden naylon kapağı üzerinde deliği bulunan cam şişelerdeki limonata ve ayran “bir limon, üç halka veya bir ayran üç halka” diyerek (bağırarak) 50 kuruşa alınır, ramazanlarda kapı görevlisi Ahmet Amca’nın “top atıldı” sesleri arasında açılan paketlerle oruç bozulurdu. Saat 16 da başlayan filme T.E.D Kolej’inde okuyan arkadaşlarımız yetişemez, geç kalır ve film başladıktan sonra salona girdiklerinde yaptıkları gürültü tepki görürdü. Bazen de bu gürültü esprili boyutlarda kasıtlı yapılırdı. Salon karanlıkken nerede oturduğunu bilmediği arkadaşına bağırarak “…… oğlum annenle, ablan sinemanın kapısında seni bekliyor, baban cebirden çakacağını öğrenmiş benden söylemesi” mesajına ilaveten daha alçak ses, olgun bir eda ile herkesin duyacağı şekilde babacanca söylenen “ulan hem çakıyorsun; hem de sinemaya geliyorsun, zavallı kadın dışarıda şaşkın……….” gibi doğaçlamalar bizleri filmden koparmaya yeterdi. Sergilenen senaryo da çoğu zaman gerçek dışıydı. Arkadaş iftihara geçse bile sırf bu olay nedeniyle o yaz ikmale kalmadığını mahallemizde kimseye anlatamazdı.

Mahallemizde “ekonoma” mız vardı. Burada E.K.İ’ nin mensuplarına kar amacı güdülmeksizin kuru erzak, temizlik malzemeleri, kırtasiye gibi ihtiyaçlar ucuz ve taze şekilde satılırdı. Alış veriş ucuz ama biraz karışıktı. Önce neyi, ne kadar alacağınızı bir matbu kağıda kaydettirir, hesaplattırır daha sonra kasadar Rıza Amca’ya ücret ödenir, (bana Merkez Bankası Müdürü gibi görünürdü) sonunda da erzaklar sarı kese kağıtlarına konup ip fileyle taşınırdı. Ekonoma’ nın içinde kasap, manav, ekmek ve tekel ürünleri satan dükkanlar da ayrıca vardı. Buraya ekmek E.K.İ’ nin fırınından gelirdi. Fırın (şu an Adliye binası yapılmış); limanda mahallemize çıkan “şantiye yolunun” başında idi. 24 saat çalışır, ayrıca işçi pavyonlarına ve ocaklarına da katık olan helva,zeytin yanında verilmek için üretim yapardı. Ne de güzel kokardı fırının önü. Ekmeğimizin yerin 400 metre altında kömürden çıkarıldığı buradan geçerken hep aklıma gelirdi. Ekmek ve kömürün Zonguldak’ taki yakın ilişkisi burada ispatlanırdı. Bembeyaz ekmek, yıkanınca dahi bir damla kara renk vermeyen, uğruna nice canların şehit verildiği kömür sayesinde; bu emek kentinin soylu insanlarının boğazına lokma olarak giriyordu. Hem de analarının ak sütü kadar helal olarak. O zamanlar bugünkü kadar kolay kazanılmıyordu ekmek parası, yüz karası olmadan kömür karası ile kazanılıyordu yaşam; dostlukla, kardeşlikle, üreterek, bölüşerek, kömürü severek, insanı severek ve de kentini severek çoğalıyorduk.

*****

Fener Mahallemiz Cumhuriyet tarihimizin şehir planlama ilkelerine göre planlanmış ilk mahallesiydi. Geçmişinde koyu bir Fransız kültür ve mimarisinin izleri vardı; bu nedenle evlerimizin bir kısmı “Fransız Evleri” veya “Fransız’lardan Kalma Evler” olarak adlandırılırdı. Bu kültürün getirdiği; İstanbul’un o zamanki Nişantaşı,Suadiye,Moda’sının kültür ve sosyal yaşamından belki de daha seçkin bilgi, görgü, kültürü ile beraber insanları arasındaki sosyal ilişkileri mahallemizi ayrıcalıklı kılıyordu.

1960’ lı yıllarda Belgin DORUK,Göksel ARSOY,Hülya KOÇYİĞİT,Ediz HUN’ ların filmler çektiği mahallemizde,” Mühendisler Cemiyetinde” briç, satranç, bezik, bilardo turnuvaları düzenlenir, tüm yolları boyunca karşılıklı dizili dev çınar ağaçlarının içine gömülü çocuk parkında salıncak, kaydırak,tahterevalli,dönme dolaplarda oynanır; küçük tribünü bulunan nizami basketbol sahasında enfes basket ve minyatür saha futbol maçları yapılır, geceleri açık hava sinema haline dönüştürülen bu yerde yeni vizyona giren filmler İstanbul, Ankara’daki sinemalarla aynı anda ücretsiz olarak seyredilirdi.

Mahallemiz; Cemal AGA’mızın her yaz başında Gaca yolundan getirilip elenen kırmızı toprağı tesviye, sulama ve silindir işlemleri ile hazırladığı "kırmızı toprak zemin" üstüne; üstüpü, kireç ve tutkal karışımı ile çizdiği bembeyaz cetvel nizamındaki çizgili,at kestanesi ağaçları arasında, şirin tribünlü, bugün bile ender azınlığın sahip olduğu tenis kortları ve pırıl pırıl denizi, sosyal tesisleri, kapısında hiyererşik, bürokratik konumu ne olursa olsun sembolik yıllık üyelik aidatını ödemeyenleri içeri sokmayan Rasim Ağabey’imizin bulunduğu Deniz Kulübü ile cennetten bir köşeydi sanki. Kışın Karadeniz’in haşin dalgalarından hasar gören plajın (plajın ortasındaki böbrek şeklinde göbek taşına o dalgalar yıllarca hiçbir hasar veremedi) kumsalı,depar yerleri, üç katlı trampleni her yaz başı onarılır, kabinler boyanır, numaralandırılırdı. Alt kat kabinler (1-20 numaralar arası) baylara, üst kat kabinler (21-42 numaralar arası) bayanlara, aitti. 43 numaralı kabin depo olarak kullanılırdı. Kabin kapıları pembeye boyanır, ben de çoğunlukla 9 veya 10 numaralı kabini kullanırdım. Giysiler kabinlerde çıkartılır, askılarda bırakılır, mayo ile kumsala gidilir, kilit kullanılmaz, kimsenin de hiç bir şeyi kaybolmazdı.

Deniz ve Tenis kulübünde gençliğin belki de yaşamın en güzel anları geçirilirdi. Muhittin PAYDAŞ eşliğinde, Levent AĞRALI,Bedri AKKAYA’ dan oluşan canlı orkestra eşliğinde dans yarışmaları, dondurma günleri yapılır, 1 Temmuz Denizcilik Bayramı çeşitli yarışmalarla kutlanırdı. O zamanlar Türkiye’de senede toplam dört tenis turnuvası düzenlenir, bunlardan biri

“Karadeniz Kupası” adında Zonguldak’ta yapılırdı. (Diğer üç turnuvadan Türkiye Birinciliği Ankara’da, Klasman Turnuvası İstanbul’da, Fuar Kupası İzmir’de yapılırdı) Türkiye’nin en usta tenisçileri;

Nazmi BARİ, Engin BALAŞ, Ziya KIPKIZIL, Fehmi KIZIL, Behbut CEVANŞİR,

Suzan GÜREL,Tahsin GÜRSOY her sene bu turnuvaya gelir ve geri dönmek istemezlerdi. Yağmur yağar da turnuva uzarsa sevinirlerdi. Ben bu olaylara tenis maçlarında top toplayan küçük çocuk (ballboy) olarak şahit olurdum.

Mahallemizin sporda ve sportmenlikte önder ve örnek ağabeyleri vardı. Onlar bugün bile eşi olmayan komple sporcuydular, futbol, basketbol, tenis, voleybol oynarlar, hem zeki, hem çevik ve hem de çok ama çok ahlaklıydılar. Daryal YÖNDER (Zonguldakspor’ un efsane futbolcu, tenisçi, basketçisi), Yurda YÖNDER (futbolcu,basketçi,ilimizde Masa Tenisini lisanslı olarak başlatan kişi),

Cenk KORAY (tenisçi, ülkemizin ilk milli tenis hakemi), Osman POSHOR (tenisçi, futbolcu, (Ankaragücü’lü Milli Basketbolcüsü), Tahsin PAMİR (Robert Kolej’li, tenisçi), Cengiz EDİGER (tenisçi, Ankara Tenis Kulübü Şampiyonu), İsmail GÜLCÜ (Ankaragücü’ lü Milli Basketbolcü), Burhan GÜLCÜ (Ankaragücü’lü Milli Basketbolcü), Onur FENERCİOĞLU (Milli Atlet, Gençler 100 metre Türkiye Rekortmeni) ağabeyler hayata ve spora bakış açımızı belirleyen örnek kişiler olmuşlardır. Onlar gerçek saygın ağabeylerdi ve hala da karşılarında yanlış bir hareket yapmaktan çekinecek kadar saygı ve sevgi duyarım. Aynı saygı ve sevgi davranışlarını ağabeyleri olarak bildikleri babam Nurhan ÇELEBİ’ ye göstermiş ve gösteriyor olmaları da yine mahallemizin özelliğindendir diye düşünüyorum.

Mahallemizde yaz geceleri evlerin içinde oturulmazdı, ailecek çiçek ve ağaç kokuları arasında mahalle turuna çıkılır, kulüpte veya kortta çay içilir, Ticaret Lisesi’nin altındaki Piknik Bakkal’dan dondurmacı Arif Usta’nın külahlı dondurması yenilirdi. Mahallemiz dışından gelip bu geziyi yapanlar buna “Fener Tur’u” derlerdi. Evden dışarı çıkılmadıysa bahçe, balkon, kameriyede yenilen akşam yemeklerinden sonra,TRT’nin parazitli uzun veya orta dalga radyo yayınlarından Muzaffer Sarısözen yönetimindeki “Yurttan Sesler Korosu” veya “ illa da Zeki Müren' li Türk Sanat Müziği” programları “bir mani yoksa” gelen misafir komşularla bir yandan sohbet edilip bir yandan da dinlenir, çaylar demlenip, mısırlar haşlanır, saat 22.10 da “KARAMANİ REKLAM' ın” sunduğu reklam kuşağından sonraki 22.45 ajansının sonunda yer alan Türkiye Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri Komutanlığı “Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesinden ” seyir ve sefer halindeki denizcilerle, gemicilere yapılan bildiri misafirliğin sona yaklaştığını, kalkma zamanı ve uyku vaktinin geldiğini hatırlatır; karaelmas kentinin en güzel mahallesinin beyin ve emek gücü bir sonraki günün yaşam kavgasına hazırlanırdı.

Siz hiç bu kadar çok mahallenizi sevdiniz mi?

Peki,bu kadar çok sevdiğiniz mahallenizden göçtünüz mü?

Ben göçtüm

Ve

kör oldum!!!

******

Fener Mahallemizde iki tane bakkal vardı. Bunlardan biri Emin DAYI ve Oğlu Kazım ABİ’ nin çalıştırdığı “Göçmen Piknik”, diğeri de “Piknik”ti. Ekmek ve her türlü gıda maddelerini satarlardı. İlk

Ortası fıstıklı şam tatlıyı ve ekmek arası sucuklu?! tostu buralarda yemiş, cam kavanozlu, plastik kapaklı, depozitolu Çaycuma Yoğurdu’nu buradan almış, kağıdında mani yazılı 5 kuruşluk karamela,püsküllü şeker, 25 kuruşluk pralinli parmak ve şemsiyeli çikolatalarla burada tanışmıştık. Erkek Sanat Enstitüsü ve Ticaret Lisesi öğrencileri öğle yemeklerini ekmek arası tahin helva ve Aksel Gazozu ile burada geçiştirir, atölyelerinde tamir ettikleri kamyonlarla deneme seferlerine çıktıklarında şoför kim olacak konuşmaları burada yapılırdı.Ağabeylerimiz de tane işi satın aldıkları Bafra ve Birinci sigaraları ile ilk içiciliklerine burada başlar, paket taşımaya başladıklarında da çoraplarının lastikleri hizasında görülmemeleri için saklarlardı.. Bu iki bakkala daha sonra “Muhterem BAKKAL” ilave olmuş onda da ilk defa “yaz helvası” olarak satılan helvayı yemiştim.

Fener Mahallemizde “Muhterem Bakkal” açılana kadar bakkallarda gazete satılmazdı. Hafta sonu ve tatil günlerinde; gazete seyyar gazete satıcıları tarafından satılırdı. Bu satışlar şimdi bilgisayar mühendisi olan sınıf arkadaşım “Salim BARUTÇU” ve ağabeyi belki de Türkiye’nin en uzun süreli olarak bu işi yapmaya devam eden kişisi olan “Salih BARUTÇU” kardeşler tarafından yapılırdı. Boyunlarına iple astıkları 250,300 gazeteyi baş bayii “Yılmaz AYTAN” ağabeyden alarak çarşıdan mahallemize getirir “Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Tercüman, Son Havadis……. gaaasssteee” diye satarlar, istenen gazeteyi 10-15 çeşit ve 250-300 adet gazete arasından ezbere çekerek verirlerdi. Gazeteler genel de 25 kuruş olup, bir süre kokulu olarak çıkan “Son” gazetesi 15 kuruşa satılırdı. Okul kitaplarımız YETMAN,CANKUŞ,GÜNEŞ kitapevlerinde satılır, beden eğitimi kıyafetleri lacivert eşofman olarak, ayakkabılar da KES ya da RAF marka olarak KASAPOĞLU spor mağazasından alınırdı. Her nedense eşofmanlar yıkandıkça yıl içinde koyu, açık ve uçuk maviye doğru ton değiştirir,onları giydikten sonra yıkandığımızda bu renk değişimini gözümüzle de sabun köpükleri arasında görürdük.

Mahalle olup da çocuklar için delisi olmayan mahalle yok gibidir. Bizim mahallemizin de “Fikri” si vardı. Çok neşeli ve iyi kalpli, saf bir çocuktu. Boynuna iple bağladığı tablasına çok düzenli olarak dizdiği 25 kuruşluk Mabel sakızları 100 kuruşa, 20 kuruşluk Kent,Melek sakızlarını da 80 kuruşa satmaya çalışır, bunun nedenini de ürünlerini “Ankara’dan getirttiğine” bağlardı. Gün sonunda bir veya iki adet sakız sattığına sevinirdi. Tablasında ayrıca Nacet marka tıraş bıçaklarını ve kibrit satardı. Fikri maçlarda illa da kaleci olmak ister, sakızlarının kaybolmaması (çalınmaması) için maç boyunca da tablasını boynundan çıkarmazdı. Maç bittiğinde tablasının düzeni hiç bozulmazdı ancak kalecisi olduğu takımda hiçbir maçını kazanamazdı. Bizlerde bu nedenle ”Fikri Zıpla üç kere hopla” deyişini ona hediye etmiştik. En çekemediği kişi ise “Yağcılar Mahallesi’nde oturan, kendine rakip olarak gördüğü ve deli olarak tanımladığı Mareşal’ di . Fikri yıllarca önce hunharca öldürülmüş, bu haberi duyduğumda; onun kızdırıldığında üzüntüsünden sesli, hıçkırarak,saf, için için ağlayışları bir anda gözümün önüne gelmiş ve bende insanlığın ilkelliğine Fikri için ağlamıştım.

Mahallemizde EKİ’ de çalışanlar oturduğu için sosyal yaşam işe başlayış ve paydos saatlerine göre ayarlanırdı. Biz de eve geliş,gidiş saatlerimizi bu mesaiye göre ayarlardık. Kış günlerinde babalarımız eve geldiğinde kesinlikle bizler de evde olur, yaz günleri pek tabii ki bu uygulama gevşerdi. Büyük şehirlerde uygulanmayan öğle paydoslarında eve gelmeler bizim şehrimizde çoğunlukla uygulanırdı. Çünkü çalışanların iş yerlerinden lojmanların bulunduğu mahallelere servisler vardı. Sabah işe bu servislerle gidilir, öğlen günlük gazete elde eve gelinir, bir saatlik dinlence (onbeş-yirmi dakikası uyku) sonrası yine servisle işe gidilir, akşam paydos saatinde eve dönülürdü. Yaz günleri son durak Deniz ve Tenis Kulübü’nün önü olur, MOHİNİ (servis otobüsü) son yolcuların burada indirirdi. Uzun günlerin yaşandığı yaz günlerinin aydınlık son saatleri çay veya bira içilip, denizi veya tenis oynayanları seyrettikten ve doyumsuz sohbetlerden sonra güzel kokulu mahallemin yollarından eve dönmek bir yaşam tarzıydı.

MOHİNİ adı verilen veren küçük burunlu, arakası büyük servis otobüsü adını markasından değil, servis hizmetine başladığı günlerde İstanbul Hayvanat Bahçesi’ne Hindistan’dan gönderilen bir file benzemesinden almıştı. Mohini’nin tüm mahalle çocukları için anlamı başkaydı. Mohini bize babalarımız veya çalışan annelerimizin eve geliş saatini bildirir, terlerimizin yok edilmesini, yaramazlıkların kamufle edilmesini, gürültünün azaltılmasını, ikmale kalmışsak evde babamızdan önce bulunmanın gerekliliğini, futbol yasaklanmışsa topla basket oynama durumuna geçişin gerekliliğini hatırlatırdı. Mohini ile servis aracı olarak okula gidilmesi ise bugünlerin şoförlü Limuzin’le okula gidilmesine eşdeğerdi ve üç yıllık servis araçlı lise eğitimimde bir kez yaşadığım keyfin güzelliğini hala hissederim.

Mahallemize Belediye Otobüsü seferleri de vardı. Yaz günlerinde bu seferlerin bizler için de anlamı farklıydı. Ayrı mahallelerde oturmamıza rağmen kendilerini “Fener Mahalleli” olarak kabul ettiğimiz ve kendilerini de “Fener Mahalleli” olarak kabul eden sevgili arkadaşlarımızı

bu otobüsler bize ulaştırırdı. Ayhan CÖBEK, Bahar ARKAN, Deniz EMRAL, Esin ANIL,Dilek TIĞLI,İlki SARAÇ, Mithat SUCU, Neş’e CANKUŞ, Nilgün CANKUŞ, Sıtkı KUTSAL,Turgay USMAN,Ufuk ÇEYREK 9.50, 10.50, 11.50 gibi saate 10 kala zamanlarda çarşıdan bindikleri otobüsle, 10.05, 11.05, 12.05 gibi; beş geçe saatlerde mahallemize gelip, yazın uzun günlerinde 19.05, 20.05, günler kısalmaya başlayınca 18.05, okulların açılmasına yakın da 17.05 de mahallemizden bu mavi gri renkli, biletçisi olan otobüslerle ayrılan; aklıma ilk gelen çok sevgili arkadaşlarımdı. Bugün onlardan ayrı olmanın bana verdiği hüznü o günlerdeki ayrılış saatlerinde de yaşardım. Ama o zamanlar bilmezdim bugünkünden daha şanslı olduğumu, aklıma hiç gelmezdi aramızdan melek olup uçmuşlar dahi olsa, onları anca beş on yılda bir görebileceğimi . Hiç değilse; tüm arkadaşlarımla, mahallemle, kentimle aynı gök kubbenin havasını birlikte soluyor, aynı Terkos?! suyunu içip, aynı fırınların ekmeğini yiyip, aynı yollarda yürüyüp, yarın yine onları görecek, beraber gülüp, beraber ağlayacakmışız.

Yoksa Orhan VELİ’ nin şu anki yaşımdan yirmi yaş küçükken yazdığı

“Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz

göz yaşlarıma ellerinizle?

Bilemezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerin kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce

Bir yer var biliyorum

Her şeyi söylemek mümkün

Epeyce yaklaşmış duyuyorum

Anlatamıyorum”

dizelerinde olduğu gibi; ömrümün kalan zamanında

kentimi,mahallemi,gerçek kardeş dost arkadaşlarımı yoksa ben de yazılarımda

anlatamıyorum mu?

******

Mahallemizin genel bakımı yanında; evlerimizin de bakımı,onarımı E.K.İ ye bağlı “Liman Şantiyesi” tarafından yapılırdı. Evimizde tesisat, elektrik, boya veya marangozlukla ilgili arıza olduğunda vizite kağıdına benzer, adına da “bono” denilen bir arıza bildirim talebi düzenlenirdi. Bono veren ailenin evine ilgili usta başları tarafından gidilir, elektrik işleri için Reşat USTA, tesisat ve marangoz işleri için Nuri ALKAN ustabaşılar tarafından görülen evlerin onarım ivediliği ve arızanın kapsamı tespit edilir, buna göre keşif çıkartılırdı. Marangoz Faik KÜÇÜKKÖSE,Tesisatçı Kazım Usta,Demirci Mehmet EMİN GÖZEN, lağımcı Mustafa AKSOY usta,sıvacı Kazım USTA ve ekipleri tarafından eksiklikler giderilir ve gerekli onarımları yapılırdı. Evlerimizi iki senede bir badana, dört senede bir boya yaptırma hakkımız vardı. Önceleri boya ve badana malzemeleri tamamen E.K.İ tarafından sağlanırken daha sonra boya ve badanalar aileler tarafından alınmaya, işçilik E.K.İ tarafından karşılanmaya başlandı. Boya işlerinde Hüseyin CEYLAN ustabaşı ve boyu iki metreyi aşan Hızır GENÇ usta olarak çalışırdı. Bütün bu ustalar usta olmaktan öte sanatkar ve işini en iyi yapan kişilerdi. Boyacısı,marangozu,sıvacısı,demircisi sanki bir ressam, kompozitör gibi çalışırlardı.

Tadilat için verilen bonolar; İnşaat Müdürü; İnşaat Mühendisi Müfit KURANER ve Yardımcısı İnşaat Mühendisi Sermet BASLO tarafından uygun görülerek Liman Şantiyesi şefliğine havale edilirdi. Onur Ağabey’in babası Müfit KURANER TRT’ de besteleri çalan müzisyen bir kişi, Füsun ve Sema’nın babası Sermet BASLO’ da ressam olup, aynı zamanda piyano ve keman virtüözüydü. “Liman Şantiyesi” ne gelen bonolar sıraya alınır, şantiye şefi olan babam işin ivediliğine ve bu sıraya çok önem verir, sıraya koyup yaptırma talimatını işçilerine verirdi. Bizim evimizdeki arıza ve onarım talepleri kendisince hep sıradan ve önemsiz olarak değerlendirilir, annemin zoru ile kendisinin yazdığı bonoya bir türlü sıra gelmezdi. O zamanlarda da kendini iktidar partisini yandaşı tanıtan zavallı kişiler işlerinin bir an önce yapılması için sıra ihlali ister, kısa boylu olan karısı için yüksek kalan mutfak tezgah ve lavobalarının aşağı çekilmesini talep eden, yeni taşındığı lojmandaki duş küveti ve

lav obaların daha önce başkası tarafından kullanıldığı için kullanamayacağını, bunların komple değiştirilmesi isteyen kendini bilmez ve biraz da makam ve siyasi gücü olduğunu sanan hazımsız kişilerin abuk sabuk talepleri sıkça olurdu. Bu talepler yerine getirilmezse her daim muhalif olan ve sabah altıdan gece onlara kadar çalışan babama, aba altından sopa göstererek ilkelliklerini ortaya koyup “ben sana gösteririm, bak seni buradan nasıl aldıracağım” dediklerine çok şahit olmuşumdur. Babam üst makamından yazılı yapılsın emri gelmesine rağmen bu saçma taleplerin hiçbirini yerine getirmedi. Onun çok küçük olan “K tipi “diye nitelendirilen 36 adet lojmana o günkü parayla üç yüz elli bin liraya maliyete birer oda ve balkon ilavesinin üç ay içinde bitirildiğinde gece eve gelmediği günleri de hiç unutamam. Sanırım babamı görevinden aldıramadılar ama; bu vazifeden babam dönemin ayak oyunlarına dayanamayıp kendisini daha pasif bir göreve aldırdı ve ondan sonra da yerine getirilmeyen yukarıdaki abuk sabuk talepler yerine getirilerek E.K.İ. nin bugünkü kara yazgısını teşkil eden olaylardan çok küçük bir zincir halkası daha oluşturuldu.

Onarım işlerinde kullanılacak malzemeler yapılan keşif miktarlarında imza karşılığı Liman Şantiyesinin ambarından çıkarılıp Ambarcı Halit Usta tarafından ustabaşlarına verilirdi. Gerekli malzemeler Liman Şantiyesinin gri renkte olan burunlu “resmi hizmete mahsustur,başka işte kullanılamaz” yazısı bulunan “Dodge” marka kamyonu ile şöför Nurettin USTA ve yanında ustabaşı Sabri ÖZKAN tarafından taşınır, kamyonun giremediği yerlere ise; liman şantiyesinin omzunda 42 numara yazılmış ve günlük saman istihkakı on kilo olarak karşılanan, sırtının etrafında tahtadan yüklükleri olan katırı ile taşınırdı. Bu katırı da “katırcı Hayri ağabey” sabah Çaydamar’ daki ahırından alır mesai başlangıcında şantiyeye getirir, gerekli yerlere malzeme nakli için götürür ve mesai bitiminde ise katır Çaydamar ’da ki ahırına çarşıdan geçirerek teslim ederdi. Katır onun zimmetindeydi. Bunun için katırcı Hayri Ağabeyin mesaisi bir saat erken başlar ve bir saat erken sona ererdi . Mesai saatlerinin içinde katır nakliye işlerinde kullanılmadığı zamanlarda kireç deposunun yanına bağlanırdı.

Bilhassa badana boya işi bittiği gün onarım ve boya işlerinde çalışan emekçilerle bir arada evimizde yemek yemek bir gelenekti ve beni çok heyecanlandıran bir olaydı. O zamanlarda bugünkünden daha çok emeğe saygı gösteren ve sınıfsız bir toplumda yaşadığımızı bugünler de daha çok anlıyorum. Babamın on yaşımda iken beni Liman Şantiye’sinde stajyer gibi çalıştırması; kaynak makinesinin el yaktığını, hızarın ve pulanganın parmak kopardığını, cereyanın çarptığını, susadığın zaman tinerle suyun çok rahat karıştığını canlı yaşayarak öğrenmeme neden olmuştur. İşçiliğin, bilek gücünün, gerçek alın terinin, emeğin, marifetin, sanatın ne olduğunu ilk orada yaşadım. Çalıştığım ayın bitiminde ve gelen yeni ayın 5 inde maaş dağıtım günü tüm işçilerin sıralandığı ve isminin çağrılıp maaşının verilmesini beklediği bir sırada Müjdelen ve Mehmet’in babası mutemet Talat ÖNEN amcanın beni çağırarak o ay ilk olarak kullanılmaya başlayan yeni on liralardan üç tanesini 30 lira olarak bana vermesi (babamım el altından verdiği) mesai bitiminde mahalle arkadaşlarımın yanına giderken emeğin karşılığının da olabileceğini, sömürünün olmayacağını, kanunun olduğu yerde adaletin de olması gerektiğini hayatımda ilk defa düşünmeme ve sanki birden yirmi yaş büyümeme neden oldu ta ki bir saat sonra oynamaya başlayacağımız kukalı saklambaca kadar.

Büyük İspanyol şair Paul ELUARD’ ın “Asıl Adalet” adlı şiirindeki gibi o günleri yaşayan,o günkü değerleri hücrelerinde barındıran bir çocuğun elli yaşına gelen yaşamında “hayatın kanunlarını” bugünlerde çok daha iyi anlıyor, özümsüyor ve tüm insanlar için istiyorum.

“İnsanlarda tek sıcak kanun,

üzümden şarap yapmaları,

kömürden ateş yapmaları,

öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,

savaşlara, yoksulluğa karşı

kendilerini ayakta tutmaları,

ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,

suyu ışık yapmaları,

düşü gerçek yapmaları,

düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,

bir çocukcağızın tâ yüreğinden başlar,

yayılır, genişler, uzar gider

t"a akla kadar.”

******

Mahallemizin değişik birçok binası vardı. Bunlardan Kömürspor Kulübü (daha sonra Zonguldakspor kulübü olmuş ve sonra da yıkılarak bir tarihi ve mimari katliam gerçekleştirilmiştir) girişinde voleybol, basketbol alanları, futbolcu soyunma odaları, duşları, kulüp idari odaları ve üst katında da içinde kat kat çeşitli branşlara ait gıcır gıcır formaların, güreş giysilerinin, ayakkabılarının,boks eldivenlerinin,basket,voleybol,futbol topları,kayak tenis malzemelerinin bulunduğu büyük malzeme odası vardı. Ayrıca da Yayla Sineması ile bölgelerdeki sinemalara gidecek filmlerin kopya ve depo edildiği ve sarılıp gösterime hazır hale getirildiği bir makinist odası vardı. Bu odanın orada bulunmasının nedeni Kömürspor kulübünde daha önceleri sinema olarak ta kullanılmasıydı.

Kulübün içi bayağı büyük ve tavanı yaklaşık 15-20 metre yükseklikteydi. Kömürspor zamanında şehre gelen takımlar burada kalır, onlar için ranzalar, yataklar hazırlanırdı. O zamanlar şehrimizde Sümer ve Emniyet otel olarak iki küçük otel vardı. Şaban Amca,Bilal Amca ve Hatice Teyze Kömürspor kulübünün emektarlarıydı. Duşlar için kaloriferi Bilal Amca yakar, Şaban Amca da genellikle kulübün iç temizliği ve posta işleri ile ilgilenir, futbolcuların “Anne” diye hitap ettikleri Hatice Teyze’de formaları yıkar, bahçeye asar, kuruduktan sonra da ütüler ve raflara kaldırırdı, bunları izleyen ve dolu dolu yaşayan ben ise maçlarda o formaların kirlenmesini hiç ama hiç istemezdim. Kömürspor’un Jandarmagücü, Karagücü, Havagücü ve Denizgücü takımları ile yaptığı futbol turnuvalarını ve Basrili, Hilmi’li, Lefterli, Canlı Fenerbahçe’nin Kömürspor ile yaptığı maçı unutamam. Kömürspor’ dan da Kaleciler Fethi,Özcan,Ünal,Osman,Ertuğrul oyunculardan da Nurullah,Yılmaz(çıtır),Vahdet(hoca),Yenal(çarpık),Nail(kör), Dündar(kocakarı), İrfan(arap), Saim(Kapuzlu), Özkan SÜMER, Gündüz TEKİN ONAY, Necati(çanta),Osman Poshor, Yurda YÖNDER,Coşkun Süer,Coşkun KUTAY, Sabahattin, Cavit (Üzülmez’li),Ahmet Ekin,Ali Rıza,K.Orhan,Burhan (pepe) ağabeyler hemen aklıma ilk gelenler olur.

Zonguldakspor’un kuruluşunun ve ilk yönetim Kurulunun belirlendiği, aralarından Müessese Müdürü Abdülkadir Ünek’in başkan; Zafer Ölçmengil’ in asbaşkan seçildiği, resmi olarak Zonguldakspor Kulübün kuruluşunu onbir yaşında bir çocukken kulübün önünde yaşadığım anı unutmak benim için olanaksızdır. Federasyon Başkanı Orhan Şeref APAK’ın kulübe gelişinde yaşadığım heyecanı ve onun beyaz kalemle Kulübün tescilini yaptığı yazıyı unutmam da mümkün değildir. Kırmızı - Lacivert renkli, (bugünkü formadaki ne kırmızı, ne de lacivert o günkü formanın kırmızısı ve laciverti değil, içi ise ayrı bir yazı konusu) kazma çekiç armalı Zonguldakspor’ umuzun Ankara Petrolspor ile yaptığı ilk lig maçı da Zonguldak’ta oynan ilk profesyonel lig maçı olarak tarihe geçmiştir. İlk onbirde

Kalede;

YALÇIN

Geride;

ÖKKEŞ,ORHAN,TURAN,DÜNDAR,SAİM

ortada ve ileride;

KEMAL(KORSAN) DARYAL, METİN (SEPET),HALİL,HAŞİM

oynamış yedekler de EŞREF,ALİRIZA,NAİL,BULTAN,SELAHATTİN,TURGUT olarak soyunmuş ve maç 0-0 berabere bitmişti.

Takımın Teknik Direktörü Selahattin TETİK, Genel Kaptanı Bedri AKKAYA,masörü TEMEL ve Kesik MİNAL,malzemecisi de Hamit SERTBAŞ’ tı. Ayakabılar Dinyakos marka kramponlar ise Hamit AGA‘ nın elinden çıkmış köselelerden yapılmıştı. Amigo ise mahallemizde oturan Arap lakaplı SABAHATTİN amca idi.

Zonguldak’a dışarıdan gelen futbolcular Fener Mahallemizdeki Tepe pansiyonda kalır burayı lojman olarak kullanırlardı. Lojmanın bekçiliğini de Pehlivan Lakaplı Sadık Ağabey yapar, lojmanın kapıları saat 22 den sonra kapanırdı. Antrenmanlar haftada iki Salı ve Perşembe günleri açık ve kapalı iki tribünü olan toprak zeminli Şehir Stadyumunda yapılır, deplasmanlara da genellikle E.K.İ. nin mavi White otobüsleri ile sabah erkenden hareket edilerek gidilir, bu gidişi izlemek te bana çok büyük bir heyecan verir, sanki ailemden birini çok uzaklara yol ediyormuş gibi olurdum. Bir müddet sonra yolcu otobüsleri kulüp deplasman otobüsü olarak kullanıldıysa da tren ve vapurda deplasman araçları olarak nadiren de olsa kullanılıyordu.

Maç olduğu Pazar günleri şehirde yaşama farklı bir boyut gelir saat 16 da ki maça dahi saat ondan itibaren gidilir, iki,üç amatör küme maçından sonra son maç olarak da Zonguldakspor’ un maçı izlenirdi. Maç bitiminde stadyumdan şehre doğru yolculuk başlar,futbolcular da kramponlarının sesleri eşliğinde;ıslak, tozlu forma ve düşmüş konçlarıyla kulüplerine seyircilerle beraber gelir ve çoğu zaman da alkışlanıp omuzlara alınırdı. Bilal ve Şaban amcalar kulübün içine hiçbir yabancıyı sokmaz (ben hep ev sahibi olur ve rahatlıkla girerdim), kalabalık seyirci kitlesi futbolculara olan hayranlıklarını sunmak için onların kulüpten çıkışını bekler, elindeki taşı hiçbir zaman fırlatmayan Deli Fikri’mizde ara sıra kendine özgü duygularını şaha kaldırıp kalabalığı ürküterek kendince dağıtmaya çalışarak aklınca Şaban ve Bilal amcalara yardımcı olurdu. Maçtan sonra Halil,Orhan,Saim,Turgut Ağabeyler Kapuz ve Kilimli’ye yol alır, Daryal ve pansiyonda kalan diğer futbolcu ağabeyler de mahallemizde kalırdı. İlerleyen zamanlarda dejenere olan kültür ve futbola bu uygar,sıcak,insani davranışlar uzak kalmış; elli metre ötedeki kulübüne futbolcular çoğu zaman araçlarla döner olmuşlardır. Deplasman maçlarının sonuçları da ancak saat 19 da radyoda ajanstan alınabilir Zonguldakspor adını duymak bizleri onurlandırırdı.

Petrolspor Kulübü ile oynanan ilk maçtaki takımın kalitesi tartışılmazdı. O zamanlar sarkık libero, tendem, play macker, 3-5-2,4-3-3, sponsor firma, vidalı krampon, dikişsiz futbol topu, terletmeyen forma kavramları yoktu, ama Yalçın ağabey gibi onsekiz içindeki her hava topunu çıkıp alan uçan kalecimiz, Orhan,Ökkeş,Saim,Turan,Dündar ağabeyler gibi tekmeye kafa koyan, çelik sertliğinde bek ve haflarımız, Daryal Ağabeyim gibi zeka dolu, sporun her çeşidi için yaratılmış,zeki,centilmen,teknik sağiçlerimiz, Haşim ağabey gibi top cambazı açıklarımız, tilki gibi golü koklayan Sepet Metin ve Halil Ağbeyim gibi topu ayağına aldı mı beş, altı saniyede rakip kaleye inen ve rakip defansın belini kıran alçakgönüllü, beyefendi futbolcu tiplerinin bugün değil Zonguldak’ta, Türkiye’de bile yok olduğunu Zonguldak şoveni duygularımı dizginleyerek rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bunlar hiçbiri abartma değildir ve kanıtları da mevcuttur. Örnek mi? Üç yıl önce Sevgili Halil Ağabey ile Caddebostan Sahilinde koşarken (kendisi bugün bile 10 kilometreyi rahatlıkla koşabilmektedir) eski Milli Takım teknik direktörlerinden Fethi DEMİRCAN ile Galatasaray’ın ikinci Başkanlığını yapan Ergün GÜRSOY’A rastlamıştık, Fethi DEMİRCAN Gürsoy’a Halil Ağabeyi göstererek “Başkan böyle bir futbolcuyu bugün alacak para tedavülde var mı?” diye sormuş,bugün Galatasaray’ın transferlerini rahatlıkla yapabilen Gürsoy’ da “Nerede?!” diye cevap vermişti. Tabii işin ekonomik boyutunu ben bilemem ama o günkü takımda bulunan futbolcuların efendiliklerini, centilmenliklerini, amatörce, umarsız akıttıkları teri bugün bulmanın imkansız olduğunu biliyorum ve 40 sene sonra dahi onlara hayranlık duyuyor, onları izlemenin bahtiyarlığını yaşıyor ve hatırlatıyor bana Orhan Veli’nin “Rüya” şiirindeki balonu.

“Annemi ölmüş gördüm rüyamda.

Ağlayarak uyanışım

Hatırlattı bana, bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakıp

Ağlayışımı”

******

Mahallemizin en önemli özelliklerinden biri de Tenis Kulübümüzdü. 1951 yılında kurulan ve Zonguldak’ın ilk ihtisas kulübünün esas adı “Zonguldak Tenis ve Deniz İhtisas Kulübü” idi. Arması da beyaz zemin üzerinde çok sade mavi-lacivert bir yelkenliydi. Kulübün aydınlatmalı,kırmızı renkli, iki toprak kortu vardı. Bu kortlarda iklim nedeniyle sadece haziran,temmuz,ağustos kısa bir süre de eylül aylarında tenis oynanabilirdi. Zemini çok makbul ama bakımı da bir o kadar zordu. Her gün sulamak, silindir çekmek ve çizmek gerekirdi. Bu işleri 1965 yılına kadar “Cemal Aga” yapardı. Kendi korttaki malzeme odasında yaz kış kalır ve orayı sahiplenirdi. Her yıl Mayıs ayı başında Gaca civarından getirilen yeni toprak ince bir elekten elenir,serilir,latalarla düzlenir,üzerine çok ince bir tabaka daha serildikten sonra sulama ve silindir işlemleri günlerce yapılır, böylece Türkiye’nin en iyi toprak kortu oluşturulurdu. Bu sırada yağan yağmur da çok makbule geçerdi. Cemal Aga’mız bir kış günü barakasında vefat edince kortun bakımı daha da zorlaştı. Kışın mahalle çocukları tarafından buranın futbol sahası olarak kullanılmak istenmesini, emeğe saygısızlığa ve Cemal Aga’ nın hayattan göçüşüne bağlardım.

O zamanlar tenis kortunda beyaz renk dışında bir giysi, ayakkabı veya çorap ile oynamak kort da bir maç yapılırken hareket etmek, konuşmak veya kaybedilen bir puanı alkışlamak gibi görgüsüzlük olarak karşılanırdı. Tenise başlamanın yolu top toplayıcılığından geçerdi. İyi tenisçiler öyle yetişirdi. Top toplamak ta kuralları olan bir işti. Top toplayıcılar da aynen tenisçi kıyafetinde giyinmeli ve top oyundayken kesinlikle hareket etmemeli, top toplanacağı anda da çok seri şekilde hareket edip sonra yerine almalıydı.Ball-boy luk topu vereceğiniz oyuncuya topu bir kere yerde sektirerek vermek veya servis atanın arka çaprazında bulunmanın gerekliliği gibi daha bir çok inceliği olan bir olaydı. Karadeniz Turnuvalarında milli tenisçilere bu hizmeti sunmak küçük yaştaki biz çocuklar için onur verici de olsa kaprislerine katlanmak bazen çok zor olurdu.O zamanlar raketler ahşap yapıda tercihen Dunlop veya Slazenger bazen de Wilson veya Spalding marka idi. Raketlerin kordajı kedi bağırsağı veya ipekten olurdu. Kedi bağırsağı ile vuruş daha rahat, daha güçlü, daha kontrollü ama kordajın kopması daha kolay, ömrü kısa idi. İpek kordajlar da kırmızı-beyaz veya mavi-beyaz örgülü olup daha dayanıklı olurlardı.Sonraları şimdilerde de sıklıkla kullanılan naylon kordajlar çıktı. Dunlop raketlerin bordo renkte kılıfları vardı. Ayrıca bazı raketler esneyip deforme olmasın diye kasnakla sıkıştırılırdı.Turnuva tenisçilerinin çoğunlukla birden fazla raketi olur ve onları çantalarında taşırlardı .Tenis toplarımız da Dunlop veya Slazenger marka idi. Kutuları açıldığında çıkan ses, lastik kokusu ve bembeyaz rengi insanı büyülerdi. Slazenger toplar daha çok zıplar ve hücum oyununu benimseyenlere avantaj sağlardı. O günlerde çok az kişide göğsünde çelenk arması olan Fred-Perry tenis gömleği ve mavi, lacivert şeritli Fred-Perry tenis çorabı bulunur ve zamanla pembeleşmiş tenis ayakkabıları ile beraber oyuncuya ağırlık kazandırırdı.Turnuvaların bilhassa final günleri çok heyecanlı olur tekler ve çiftler kategorisindeki finaller peş peşe yapılır, çoğu denizden çıkıp gelmiş kalabalık bir izleyici kitlesi bugünkü uluslararası büyük turnuvalarda bile olmayan nezaketle;opera izler gibi maçları izlerler,alkışlar çocuk bahçesinden duyulurdu. Final müsabakaları sonunda yeşil çuhalı masa üzerinde önceleri gümüş olan daha sonra ülke ekonomisine paralel bakır ve bronza kayan kupaların verilmesi ve gecesinde kokteyl düzenlenmesi çok güzel bir görüntü oluştururdu. Bu turnuvalara katılmış,tek ve çift finallerinde bir günde toplam 10 set oynamış ve o iki finali de kazanmış biri olarak yaşanan yorgunluk ve bitkinlikle birlikte o zamanki haz ve gururunu bugünkü mütevazı yaşamımda daha iyi anlıyor ve böyle bir mahallede büyüdüğüm için kendimi şanslı buluyorum.

Tenis Kortumuzun büfesini de çoğunlukla aynı zamanda TED Koleji’nin de kantinini çalıştıran “Cafer Ağabey” çalıştırırdı. Maçların arasında oyuncuların ihtiyacı üzerine onun getirdiği şişe “Bartın Kavşak Suyu”nun teneke kapağını açarak içmenin keyfi doyumsuz olurdu, hele artan çaylardan yaptığı “limonlu, buzlu çayların” tadını İngiltere’de bile içtiğim buzlu çaylarda bulamadığım gibi; az peynirli, kısmen domatesli sandviçlerinde kullandığı “sandviç ekmeği”nin kokusunu ise hiç unutamam. Saat 15-16 dan sonra Deniz Kulübü’nden denizden çıkıp gelen kişilere yaptığı tavşan kanı rengindeki çayın veya buz gibi biranın yanında rutubetlenmiş tuzlu fıstığın tadını da unutamayanlar eminim çok sayıdadır. Kortun bahçe kısmındaki masalarda genellikle satranç,king,briç gibi kağıt oyunları oynanır veya genç kız ve erkekler birbirlerine duygu transferinde bulunurlardı.

Babam Zonguldak tenisinin duayenlerindendi. 1951 de başladığı tenis hayatı boyunca birçok şampiyonluk kazandığı gibi aralarında milli tenisçi olan bir çok tenisçi yetiştirdi ve 16-18 yaş milli takımını da çalıştırdı. Diyebilirim ki bugün Zonguldak’ta kim tenis oynamış veya oynamakta ise babamın direkt veya dolaylı muhakkak bir şekilde onlara katkısı vardır. Babamı hiçbir zaman pijama,terlikle bir baba olarak hatırlayamıyorum, onu hep tenis kortunda vuruş öğretirken, bız,karga burnu ve kordajlarla oyuncuların kopan raketlerini onarırken, sahada silindir çekerken, çizgi çizerken, turnuva düzenlerken,fikstür yaparken, kaybolan bir tenis topunu çalılar arasında ararken, filenin onarımını yaparken, beyaz dışındaki kıyafetle, uygun olmayan ayakkabılarla tenis oynayanlara veya tenis izlemesini bilmeyenlere çatarken hatırlıyorum. Tenis Kulübünün hayattaki en eski üyesinin, kırk yıl aralıksız Zonguldak tenisi ile ülke tenisine katkıda bulunan böyle bir kişinin Dernekler Kanunun gereği bile yerine getirilmeden Zonguldak’tan ayrıldıktan sonra üyelikten ihraç edilişini öğrenmem de bende “VEFA” kelimesinin Aksaray’daki bozacıdan başka hiçbir anlama gelmediği görüşünü pekiştirdi. Tenis Kulübün 50. kuruluş Yıldönümü etkinliklerine davet edilmeyişini üzülerek kentimdeki, mahallemdeki kültürel değer erozyonuna ve geçmişi tanımama cehaletine bağladım. Bu gün Tenis Kulübüne gittiğimde olmasalar da orada olmasalar da Cemal Agayı, Daryal YÖNDER, Narman ERTAM,Süreyya AYTAÇ,Bülent DİKMEN, Osman POSHOR, Cenk KORAY, Mustafa ŞENER, Cengiz EDİGER, Raif AKBOSTANCI,Tahsin PAMİR, Çınar DÖRTBUDAK,Tayfun BEDİZEL,Levent ANIL,Bülent ERGİN,Arif KOÇAK,Ali KANSU, Hamdi GÜNVAR,Şeyda ATALA,Levent KARAÇELİK,Kenan SARIDOĞAN,Onur ve Okan FENERCİOĞLU,Süep YURDAMAKAM ağabeylerimi, Enver EDİGER, Kemal TAGİ, Seyfi DEMİRTAŞ, Cevat KIZILTAN,Rıfat GÜNER,Turan KARAÇELİK,Özdemir BATMAN, Danyal DEMİREL,Taşkın DEMİREL,Levent AĞRALI,Emin BADALOĞLU amcaları görüyor,at kestanesi ve çınar ağaçlarını poyrazla denizden gelen iyot kokusuyla birlikte kokluyor vefayı da, sadeliği de, dostluğu da geçmişte hatırlıyor ve buluyorum.

Dr.Tunç Çelebi