Zonguldak’ta düzenlenen “işçinin emekçinin bayramı” öncesi, emeğin başkentindeyim. Etkinlik, “endüstriyel yapılar, madencilik ve mimarlık, korumadaki değer, yaklaşım ve roller” başlıklarını içeren bir panelle başladı. Katılımcılar arasında en fazla yol kat eden olarak bu kıymetli bölümü kaçırarak öğleden sonra yetişebildim. Orhan Veli’nin “masmavi göreceğiz” dediği Karadeniz üzerinde bir perde vardı Zonguldak’a geldiğimde. Meğerse buraların vazgeçilmez sevdalısıymış gri bulutlar. Ertesi gün de, daha ertesi gün de bırakmadılar peşimizi. Koca ozan yalan söylemiyordur ya; Akdeniz’in İncisi’nden gelenlere elbet gösterir kara elmasının parıltılarını. 

Konuttan otele, tekel binasından banka şubesine, şadırvandan vapur iskelesine, fabrikadan şehir kulübüne uzanan farklı işlev ve ölçeklerdeki yapı/yerleşkenin yer aldığı Docomomo programı oldukça yoğundu. Etkin bir katılımla 2002’den beri süreklilik kazanan organizasyon, “belgeleme ve tescil çalışmasının yaygınlaştırılması” yanı sıra, “ülkemizdeki modern mimarlık mirasına dikkat çekme ve geniş çevrelerce paylaşılmasını sağlama” amaçlarına bu defa da başarıyla erişti. 

Sunumlardan sonra ulu ağaçların arasında yapıların sezilmediği kıvrımlı yoldan şehir kulubüne geldik. Sarp kayalardan süzülüp denize vuran ışıkları görüntüledik önce. Protokolu hissedilen mekanda, biraz yol yorgunluğundan, biraz da yeni tanışmışlığın verdiği çekingenlikten sakince yedik yemeğimizi. Huzurlu kıyıdaki mekanda sohbetler koyulaştı ilerleyen zamanda. Kent merkezindeki bakımsız otelime ayaklarım zor gitti. Sabah, penceremdeki manzara, Zonguldak’ın omuzlarındaki yükün ağırlığını gösteriyordu. 

Alçak salondaki kahvaltımdan sonra Zonguldak’ı tanımak için sunumlar başlayana kadar biraz dolandım etrafta. Dışarıdaki hareketlilikten heyecanlı birşeylerin olduğu belliydi. Aralıksız dükkanlarla sınırlı dar ana caddede bayraklar salınıyor, “gözleri yıldız gibi, kaşları hilal”nakaratlı türkümsü bir marş çalınıyordu. Meğer kentin telaşı, seçim arifesi bir miting içinmiş. Madenci Anıtı’nın olduğu meydanlaşamamış alanın köşesinde, duvarında “Fenerimiz Sönmeyecek” sloganı yazan taş fırından öğrendim. Her yerde sivil polisler, parti görevlileri, çevik kuvvet! Yolda sıkça yapılan kimlik kontrolleri de bundandı herhalde.

Kalabalıktan sıyrılıp geldiğimden beri beni şaşırtan diklikteki sokaklarına dalıyorum şehrin. Ne çok merdiven var burada? Fotoğraf çekerken farketmeden tırmandığım yokuşun inişinde kaymaktan ürküyorum. Önümde belki de sağlığını bir maden kazasında kaybetmiş olan bastonlu orta yaşlı hızla ilerliyor. Sanki ben suçluymuşum gibi utanıyor, “Ne yapıyorsunuz kış yağışlarında buralarda?” diye soramıyorum. “Merdiven de neymiş maden ocağına inip çıkmanın yanında” dercesine gülümseyerek erkenden kapısını açmış sendika lokaline giriyor. 

Çok katlıların arasında kalmış beyaz söveli bordo boyalı konak yokuşun sürprizi. Arka camında “yüksek yerlerde açan çiçeğim” tasvirli ay yıldızla kaplanmış eski model bir kartal duruyor önünde. Bu darlıklara nasıl park edildiğine şaşıyorum; iyi şöfor demek ki bu Karadenizliler. İnşaat işlerindeki başarılarının yanında bu özellikleri de var! Kolay mı buralara TOKİ gibi meskenleri dikmek, yarım yamalak da olsa... 

Sonra kentin yeşil alanına doğru yöneliyorum. Birbiriyle rekabette olan çam, palmiye ve çınarlarla gökyüzünün kapandığı parkta, bir de birbiriyle yarışan üç heykel var. Yeni yapıldığını düşündüğüm, elinde makinalı tüfeği olan komando heykeli; önünde Atatürk ve denize paralel duran İnönü heykeli. Son heykelin kaidesindeki “Bir ülkede namussuzlar kadar namuslular da cesaretli olmadıkça o ülkede kurtuluş zordur” sözüyle mesajımı alıyorum. 
Burada birbirine yakın, anıtlaşamamış başka heykeller de var. Ne yazık ki çoğu, bizimkiler gibi yol kavşaklarında. Kütlesel yapısıyla dikkat çeken Valilik Binası’nın yanında koca kömür parçasını taşırken toprağına gömülmüş madenci heykeli. Hemen ilerisinde kuğulu havuz yerine yeni yapılan, dünyanın üzerine konmuş barış kuşları. Yanında birazdan başlayacak olan seçim gösterisinin güvenliğinden sorumlu Toma duruyor. Mevsiminde hareketli olduğu belli olan Liman Caddesi’nde Mustafa Kemal’in 1931'de Cumhuriyet’in ilk kentini ziyaret ettiği yerde bir başka heykelcik. Gazi’nin yerine Ona çiçek veren kız çocuğunun temsil edilmiş olması hoşuma gidiyor. Küçük kızlara yapılan ayıpların halen yaşandığı ülkemde, geçen sene saldırıya uğrayan bu eserin parmaklıklarla çevrilmiş olmasına şaşırmıyorum. 

Limanın komutanı Şarjöman ve piyadeleri deniz fenerlerini görecek bir noktada soluklanıyorum. Meşhur İstanbul Pastanesi’nden aldığım Selanik gevreklerini yiyorum tavşan kanı çayın yanında. Üzülmez Deresi üzerindeki köprüde, amblemi Sovyetler’in orak ve çekicini andıran Kömürspor’un satış büfesinden geçiyorum. Geniş yolun altına yerleşmiş çarşı kalabalık, ne istersen var. Selamlaştığım güleryüzlü esnaf, bu karışık yeri bile alımlı kılıyor. Semaver, mangal ve kömür torbalarının dizildiği parlak camekanı kareleyip biraz ilerideki balık ekmekçiye “akşama buradayım” sözü veriyorum. Mevsiminden erken gelmiş meyvelerin özenle sıralandığı manava yanaşıyorum. Sohbetimiz Kıbrıs’taki askerlik anılarıyla başlıyor; bize göre çok daha ucuz bulduğum ürünlerin buraya da Mersin’den geldiğini öğreniyorum. Zonguldak’tan alınabilecek bir şey olmadığını söylese de, Karadenizliler’in hamur işlerinde başarılı olduğunu bilerek el kıyımı erişteyi çantama atıyorum. 

Artık akademik ortama döneyim kararını alarak yukarıdaki yola çıkıyorum. Bu bölgenin üstünün de altı gibi nizamı yok. Sıralanmış dolmuşlar, işportacılar, pazar yeri hepsi birbirine girmiş. Düzenleme çalışmaları ise hızla sürüyor. Çoğu öğrenci yurdu olan yapılar arasında, üzerinde “12 Katlı İş Merkezi” yazanı, kentin Ziggurat’ı adeta. Üç kardeşmişcesine duran bacaları geçerek İstanbul Eski Belediye Başkanı’nın kente hediye ettiği parktan sahil boyunca üniversiteye doğru ilerliyorum. Yamaçlara oturmuş yeni apartmanların altından yer yer sular dökülüyor. Sağımdaki yoğun trafikle aramdaki yeşil kuşağın filizileri, sonrasındaki çılgın denizin lacisiyle karışıyor. Kıyıya inen merdivenlerde birbirine dolanmış gençler, üniversiteye yaklaştığımın işareti. En aşağıdaki kuytu sahilde ise “bu diklik bize vız gelir” diyenler uzanmış. Kara elmaslarının yanında, nefes alacakları mekanları bol buralıların! 

Parkın sonunda, önceki ismi kente şimdiki ismi kişiye ait olan üniversiteye ulaşıyorum. Karşısındaki deniz manzaralı AVM, üniversitenin sembolünde de yer alan “Üç Mehmet Anıtı’nı” kapatmış. Kentin yeni buluşma yeri oluvermiş. İbni-Sina, Farabi ve 15 Temmuz Kampüsleri’nden oluşan yerleşke, oldukça yeşil ve bakımlı; yapılar ise farklı mimari dillerde. Geniş bir meydan etrafındaki hizmet binalarının cephelerinden ve Docomomo-tr sergisinin yer aldığı fakültenin mermer döşeli koridorlarından buralara oldukça iyi yatırım yapıldığı hissediliyor. Burada en dikkatimi çeken ise spor salonunun önündeki hareketli ortam. Sadece gençlerin bolluğu değilmiş bu şenlikli havayı yaratan. Kentliler de burada vakit geçiriyorlarmış. “Herkesin kullanımına açık bir kampüs” ile üniversitelerin temel görevlerinden biri olan “topluma hizmet vermek” burada başarılmış. 

Docomomo-tr’nin yoğun gündemli ikinci günü tamamlandığında herkes yorgun ama artık birbiriyle kaynaşmıştı. Akşam birlikteliği, kendimi başka bir ülkedeymişcesine hissettiğim Fener Mahallesi’ndeki Doktorlar Kulübü’ndeydi. Burada meslek gruplarına ait mekanlar bol görünüyor. Önce Jazzla başlayan sakin ortamda coşkumuz müziğin ritmiyle arttı. Herkesin derdi benzer, öğretisi birdi: “Dünyayı güzellikle kurtaracak” ve “Ne yaparsak yapalım, AŞK ile yapacaktık.” 

Zonguldak’taki son günümüz ise teknik bir geziyle taçlandı. Önce küçük balıkçı teknelerinin yanaştığı kıyıdaki eski kasap Coşkunoğlu’nda silme masalarda ettik kahvaltımızı. Gezi boyunca bize rehberlik edecek Ekrem Murat Zaman ile tanıştık. Oldukça bilgili ve heyecanlı birine benziyordu. Daha sonra Onun değerli diğer niteliklerini de öğrendim. Zonguldaklı araştırmacı yazar, "Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder" sözüyle ortaya çıkan İbn-i Sina ödülüne layık görülmüş. Bu şövalye ruhlu maden mühendisiyle Üzülmez, Eğitim Ocağı, Merkez Atölyeleri, Maden Müzesi ve Fener Mahallesi olan rotamız oldukça keyifliydi. İşleyişlerini dışarıdan bilemeyeceğimiz ve tek başımıza gittiğimizde içine giremeyeceğimiz yapıları yerinde inceledik. 

İlk olarak asıl kullanımı çevresindeki doğadan anlaşılan Rombaki Konağı’ndaydık. Boyumu geçen çalılar ve bahçede dolanan uyuz köpek eşlik ediyordu huzurevinin yalnızlığına. Bir kuşlar umursuzdu onlara kalmış mekanda. Mermerleri yosunlaşmış Atatürk büstünün üzerindeki “...Geçmişte güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan milletin, geleceğe güvenle bakmağa hakkı yoktur." sözlerini zorlukla okuyabiliyorum. Görkemli yapının içindeki bordo kadife kanapede poz verirken ayağımın altındaki muntazam mozaikler, anneannemin evindekilerinin sökülüşünü hatırlatıyor. Huzur ve hüznün birarada olduğu bu yerden ayrılırken, Çocuk Bilim Merkezi’ne dönüştürüldüğünde şenleneceğine inansam mı bilemiyorum. 

Yahya Kemal’in bile adına şiir yazdığı mimar Seyfi Arkan’a ait yapıları görünce heyecanlandığım yolumuz kısa sürüyor. Üzülmez Lavuarı ve Atölyeleri’ne geldiğimizde biraz önceki duygularıma geri dönüyorum. Kendimi -neyse ki sadece filmlerde gördüğüm- Nazi kampındaymış gibi hissediyor; yatay uzanan ocağın kapısını yakılacak insanların geçtiği fırınların kapağına benzetiyorum. Büyük korkular geçirmişcesine duran duvarlar, kırık pencereler, yamuk bacalar ürkümü artırıyor. Yine de taşın gri sertliğiyle tuğlanın kızıl cazibesinin yanyana olduğu cephelerde artık çıplak kalmış iskelet elemanlarının birlikteliği güzel geliyor. 

Sonra dağın içinden fırlamış gibi duran yeni Maden Müzesi’ne ulaşıyoruz. Bizi “Zonguldak Havzası Maden Şehitleri” karşılıyor. Bir gün önce Liman’da, asıl konumunda gördüğüm ve bakımsızlığını anlayamadığım anıtın orada kalmış olmasını yeğlerdim. Herşey yeriyle bağ kurar çünkü. Tasarlanırken kısmen düşlenen bu ilişki, yaşarken gelişir. 

Üç katlı olan müze küçük, ama çok şeyi barındıran ve mükemmel aktaran bir yapı. Birbirinden ayırmak yanlış da olsa; içi dışından daha başarılı diyebilirim. Kullanılan renk ve dokular, yaratılan mekan boşlukları, ışıklandırma ve zengin sergileme biçimleriyle son yıllarda beni çok etkileyenlerden. 

Yapı, kömür ve kent arasındaki ilişkinin anlatıldığı ferah fuayesiyle hoşgeldin diyor. Ortada ışıldayan kara elmaslarla dolu el arabası taşınmayı bekler gibi. Gün ışığının düşüşüyle varsıllanan mekanda gözlerim, yukarıdan sarkan aydınlatmalardan siyah boyalı yüzeylere değiyor. Sarıyla çerçevelenmiş yazılarda durup duvara asılı kasklara ve yerde dizililere takılıyor. Soma’da “Çizmelerim kirletmesin sedyeyi” diyen erkeğinki de burada mı acaba? 

Girişin köşesinde başka bir odak noktası. Ödüllü kadın sanatçı, eserinde “hayalinde mutlu ailesini yaşatmak için yüzlerce metre aşağılara inen ekmek parasını çıkaran maden işçisini”anlattığını yazmış. Bence çok daha fazlasını sığdırmış bu heykelciğe: “Maden değilmiş taşıyıp çıkardığı; inerken yanına alsa da sevdalarını, günü göremeyecekmişcesine yaşadığı korkuları Onu bırakmazmış”. 

Fuayeden tanıtım odasına geçiyor; rehberimizin hazırladığı kısa filmi izliyoruz. Ana mekanın giriş kapısı maden ocağına girer gibi kemer şeklinde. İş güvenliğiyle ilgili uyarıları okumadan buradan geçemezsiniz. En aklımda kalanı “Başladığın işi yarım bırakma!”. Kendinizi yerin altındaymış gibi hissedeceğiniz karanlığın ortasında, işçi çocuklarına yaptırılan bir kent maketi var. Burayı tanımlayan kolonlara, kimi kazmacı kimi düğmeci olan madencilerin numaralarıyla vesikalıkları dizilmiş. 
Balmumu heykel, rölyef ve simülasyon gibi çok farklı teknik ve malzemenin iyi detaylarla biraraya geldiği sergilemelerde kömürcülük hakkında her türlü tarihi ve teknik bilgi veriliyor. İnsanoğlunun sabırla kazışını, çıkarışını, işlemesini izliyor; ama bunların yetmediğini; taşınmasının da önemini kavrıyorum. En son katta bulunan taş ve fosil koleksiyonuyla bu madenin değişik hallerini görüyorum. Seçim öncesi dağıtılan yakıt diye bildiğim kömürün, elimdeki cep telefonunun da hammaddesi olduğunu cahilliğime ayıplanarak öğreniyorum. 
Çıkışta hemen yandaki Eğitim Ocağı’na bir miktar girmemize izin çıkıyor. Bu kara deliğin kokusunu, nemini, sessizliğini, derinliğini, soğukluğunu sığdırmak tabii ki mümkün değildi hayatımızın on dakikalık diliminde. Kısa da olsa tünelde 

Dönüş saatime bir kala başka bir endüstriyel yerleşkeye ulaştık. Bahçedeki paslanmış metal yığınları, instagram paylaşımlarımıza dönüştü ilk. Sonrasında pembemsi kabuğuyla yeşilin arasından boynunu uzatmışcasına bakan Merkez Atölyesi ile çarpıldım. İçinde yaratılan ruha akmamızla bulunduğumuz yer ve zamanı unuttuk. Bir heykeltıraş duyarlılığıyla incelikli formlar yaratan Modernizm’in aykırısı Saarinen’leyim sanki. Pedestal’in ters durmuş hallerindeki kırmızı mantar kolonlarla benzer bir dizem tutturulmuş. Galerideki duvarda asılı kare saatin yelkovanı tam da akrebini yakalayacakken ne zaman duruvermiş? Aynı bölgedeki CNC makinalarının olduğu yeni atölye ise bundan sonra tatsız geliyor. 

Yolumun uzunluğundan dolayı gezinin son ayağı olan Fener Mahallesi’ne gidemiyorum. Aklım biraz kalmıyor değil. İki akşamdır içinden geçtiğim bölgeyi böyle bir aydın ekiple gündüz gözünde görmek kesinlikle başka olurdu. Buralara yeniden gelmem için bir sebep diyerek teselli buluyorum. Ayrılırken ilkokulda “67, Türkiye’nin sonuncu ili” diye ezberlediğim kente selam bırakıyorum. 

Yolculuk boyunca zihnimde henüz taze olan kente dair notlarımı düzenliyorum. Esmer tadında bir güzellik Onunkisi. Üzerine ansızın çöküveren sisi, kara gözlerinin üstündeki kuzguni zülüfleri. Biriktirdiği emeklerle sertleşen kalkerlere oturmuş. Biraz vahşi dursa da koynuna almış herkesi. Hırçın Karadeniz bile saygı durmuş sabrına. Maden kuyularına gömülmüşleri ise bereketi olmuş toprağının. Şimdilerde biraz hüzünlü, biraz kızgın. Çünkü bir değişim yaşıyor. Asıl sevenleri göçüyor; derinliklerinde yatan kara elması başkalarına yar edilmek isteniyor. Yeni cevherler peşine düşenler tekin değil. 

Uzun yolda dinlenmişim. Keyifli dönüyorum yuvama, yurduma. Ekmek paramı kazandığım masama yerleştiriyorum elinde fener tutan minyatör madenciği. Odam epey aydınlık da olsa önderliklerine ihtiyacım olanları daha yanımda hissettirecek bana. Ve akla karayı ayırt edemediğimiz şu zamanlarda, ülkemin işçilerinin bir IŞIK tutacağını düşlemeye devam ediyorum. 

Alıntı: Devrim Yücel Besim (2018)
Zonguldak Nostalji