1960’lı yıllarda Zonguldakspor’da;  sürati, göze hoş gelen ve estetik güzelliği olan  kıvrak oyunu, attığı gollerin yanı sıra, efendiliği ile de seyircinin gönlünde taht kuran, daha sonra transfer olduğu Eskişehirspor’da; hâlen müzelerindeki tek kupanın iki golünü de atan çocukluk arkadaşım  Riva Halil Güngördü ile E.K.İ.’ye ait Kilimli Özel İlkokulu’nda aynı sınıflarda okuduk.  Halil Hoca ile 1994 yılından sonrada hafta sonları Fenerbahçe Burnu’nda erkenden sabah yürüyüşleri ve Fenerbahçe Orduevi’nden, zaman zaman Bostancı’ya kadar uzanan koşular yapardık. Belgrat Ormanı’nda yapılan 6,4 km’lik “Masterler” yarışlarına katılırdık. Bir seferinde de, Büyükada’da her yıl yapılan geleneksel 8. kilometrelik yarışa katıldık.

Halil Hoca, İstanbul’da çalıştığım bankanın şubelerine ziyaretime gelirdi. 2000 -2002 yılları arası görevde bulunduğum Kadıköy’deki Bölge Müdürlüğü’ne yaptığı bir ziyaretten sonra, akşam mesai bitiminde birlikte çıktık. Caddebostan’daki eski Maksim Gazinosu’nun, şimdiki Migros’un bahçesine arabamızı park ettik ve orduevi tarafına doğru, denizin kenarından yürümeye başladık. Hava sıcaktı, yaz ayları olmalıydı. İnsanlar yürüyüş yapıyor veya koşuyorlardı. Bazıları da, denizin kenarındaki setin üstüne çıkıp oltalarını denize atmışlar, balık yakalamaya çalışıyorlardı.

Ben lacivert blazer ceket, füme renkli pantolon, beyaz gömlek giymiş ve kravat takmış idim. Halil Hoca spor kıyafetli idi. Sahilde benden başka kravatlı kimse yoktu.

İpar Köşkü denilen yalının karşısında deniz kenarındaki duvarın üstünde,açık duran çantada bulunan;  olta, misina, kurşun, iğne gibi balık yakalamaya yarayan malzemeleri sattığı anlaşılan 35 – 40 yaşlarındaki balıkçı, bir yandan da oltasıyla yakaladığı istavritleri, yine setin üstündeki küçük kırmızı naylon leğendeki suyun içine atıyordu.

Leğenin içindeki istavritlerin yeni yakalananları, suyun içinde fırfır dönüyorlardı. Diğerlerinin ise bazıları yavaş hareket ediyor, bazılarıysa ters dönmüş, hareketsiz duruyorlardı.

Leğendeki istavritleri görünce birden aklıma, yıllar önce nereden aldığımı hatırlamadığım (belki internetten, belki bir gazete veya dergiden); oltaya yakalanan küçük bir balığın başından geçenlerin anlatıldığı “Küçük İstavritin Hikâyesi” şiiri geldi. Bu şiiri çok sevmiş ve ezberlemiştim. Sabah yürüyüşlerimiz sırasında, Halil Hoca’ya diğer şiirlerin yanısıra bu şiiri de defalarca okumuştum. O da bu şiiri biliyordu. 

Şiir şöyleydi;

“Küçük istavrit yiyecek bir şey sanıp 
Hızla atıldı çapariye 
Önce müthiş bir acı duydu dudağında 
Gümbür gümbür oldu yüreği 
Sonra hızla çekildi yukarıya 

Aslında hep merak etmişti 
Denizlerin üstünü 
Neye benzerdi acep gökyüzü 
Bir yanda büyük bir merak 
Bir yanda ölüm korkusu

"Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar 
Hani görüp de gökyüzünü, insanı 
Oltadan son anda kurtulanlar 
Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu 
Küçük istavrit anladı yolun sonu 

Koca denizlere sığmazdı yüreği 
Oysa şimdi yüzerken 
Küçücük yeşil leğende 
Cansız uzanıvermiş dostlarına 
Değiyordu minik yüzgeci 

İnsanlar gelip geçtiler önünden 
Bir kedi yalanarak baktı gözlerinin içine 
Yavaşça kararıyordu dünya 
Başı da dönüyordu 
Son bir kez düşündü derin maviyi 
Beyaz mercanı bir de yeşil yosunu 

İşte tam o anda eğilip aldım onu 
Yürüdüm deniz kenarına 
Bir öpücük kondurdum başına 
İki damla gözyaşından ibaret 
Sade bir törenle saldım denizin sularına 

Bir an öylece bakakaldı 
Sonra sevinçle dibe daldı 
Gitti, tüm kederimi söküp atarak 
Teşekkürü de ihmal etmemişti 
Birkaç değerli pulunu elime avuçlarıma bırakarak 

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme 
Sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye 
"Bir gün dedim bulursam kendimi 
Yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz 
Son ana kadar hep bir umudum olsun diye" 

Tam o sırada balıkçı, oltasına takılan istavriti iğnesinden kurtarıp, leğendeki suyun içine attı. Halil Hoca’ya; “Hocam, balıkçıya  1.000.000 (şimdiki 1)lira ver de yeni yakaladığı istavriti leğenden alıp denize at.” dedim. Halil Hoca; Tamam.” Dedi ve balıkçıya; Bir milyon lira (şimdiki bir lira)versem şu istavriti denize atabilir miyim?” diye sordu.  Balıkçı bu işe pek anlam veremedi ama, Peki. dedi. Halil Hoca balıkçıya parayı verdi ve leğene son atılan istavriti yakalayıp denize attı. Denize atılan istavrit, aynı şiirdeki gibi dikine doğru müthiş bir hızla derinlere doğru gitti ve gözden kayboldu.  Ben balıkçıya yaklaştım ve; Arkadaşımın istavriti niye denize attığını merak ediyor musun?” dedim, Evet. dedi. O zaman dinle. dedim ve bir elindeki oltayla balık yakalamaya çalışan balıkçının omzuna elimi attım ve yavaş yavaş “Küçük İstavritin Hikâyesi” şiirini okumaya başladım. Balıkçı şaşkın bir ifadeyle dinliyordu. Şiir bitince; Şiir güzelmiş dedi.

Demek ki, her ne olursa olsun umudu muhafaza etmek gerekmiş. Halil Hoca ile biz geleceğiz de, balıkçıyı göreceğiz de, Halil Hoca yakalanan istavrit için para verecek ve balığı denize atarak azat edecek. Milyarda bir ihtimal bile değil ancak gerçekleşti. O nedenle umudu kaybetmemek lazım.

Yurdumuzda uzun süre başbakanlık ve son olarak da 11. Cumhurbaşkanı olarak görev yapan ve çok enteresan deyişleri olan Sayın Süleyman Demirel’e Başbakanlığı döneminde bir gazeteci, şimdi konuyu hatırlamıyorum, o sıralarda gerçekleşmesi hemen hemen imkânsız olan bir konu için;  “Sayın başbakanım bu konuda umutlu musunuz?” diye sorar. Demirel de; Umutluyum”  der. Gazeteci; Yüzde kaç umutlusunuz Sayın Başbakanım? deyince Demirel; o her zamanki hazırcevaplığıyla; Umut umuttur, umudun yüzdesi mi olur kardeşim. diye cevap verir.

Sayın Demirel haklı, umut umuttur. Umudun yüzdesi olmaz. Tıpkı bizim olayımızda olduğu gibi.