Ateş Nefes...

       Cemal Çavuş, Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin Gelik ocağında çalışıyordu o sırada. Gelik, pek de uzak sayılmazdı Doğancılar köyüne. O gün de sabahın erken bir saatinde kalkmış, sabah namazından sonra evden ayrılırken, uyumakta olan çocuklarına bakarak, “İnşallah benim çektiklerimi çekmez, okuyup adam olur, iyi gün görürler” diye içinden geçirmişti.
       Evden ayrılırken, birden, karısının bakışları ilişti Cemal Çavuş’un gözlerine. O gözler, sanki “Gitme” der gibi bakıyordu. Necibe, son anda kocasına sarılarak,  “Aman  dikkat  et  Cemal’im” dedi, “Neme lâzım, bir şey olmasın”. 
       Bu sözleri her sabah söyler ve eve dönüşünü beklerdi Cemal’inin. O gün de öyle oldu; ancak  yola  koyulduğunda, Cemal, “Hayret!” diye söylendi  kendi  kendine. Ayrılırlarken, karısı nasıl da farklı bir şekilde sarılmıştı ona. Sanki o gün hiç işe gitmesini istemiyormuş gibi bir ifade vardı karısının saklamaya çalıştığı yüzünde. Kadıncağız bunu örtmek için kendini sıkıyor, o zaman daha da bir belli ediyordu içindeki duyguları. 
       “Adam sen de!” dedi Cemal, “Biz işimize bakalım!” ve yola koyuldu. İşte gün ışıyordu, hava güzeldi, “Daha ne olsun!”
       Bazı zamanlar yolda giderken bir türkü tutturur, adımlarını da ona göre ayarlardı Cemal. Kış ayları yaşanıyordu, ancak o sabah güneş kendini göstermiş, yerlerdeki kar kümeleri yavaş yavaş erimeye başlamıştı. 
       İyi niyetle, “Böyle güzel bir günde Allah başımıza bir dert vermez” diye düşündü; ancak yine de içinden dualar etti o gün sağlam çıkabilmek için ocaktan.  Kaç yılın adamıydı o, neler
görmüştü şu zalim ocaklarda. Bu yüzden, dualarını hiç eksik etmezdi ocağa her adım atışında…
       İşçilerin “kafes” adını verdiği asansöre yaklaştığında arkadaşlarını gördü. İşte “Hüsam” dedikleri Hüsamettin her zamanki gibi kıkır kıkır gülerek yanındaki Osman’a bir şeyler anlatıyordu. En gençleri, 18 yaşındaki Mıstık (Mustafa) pek düşünceliydi, belki de köyde bıraktığı yavuklusunu düşünüyordu. Recep, posur posur içtiği sigarasının dumanları arasında kaybolup gitmişti… 
       En yaşlıları Hasan Ağa’nın ise kaşları çatıktı; aklını bir şeye takmıştı: “Üst ayaklarda çalışan işçilerin emniyet fenerlerinin ışıkları biraz sönük gelmeye başlamıştı, bu durum acaba bir patlamaya neden olabilir miydi?” 
       Neler görmüştü Hasan Ağa, ne patlamalar, ne göçükler… Bu işte çok deneyimliydi. Cemal Çavuş’un kafese girdiği görünce ona yaklaştı: “Çavuşum!” dedi. “Üst ayaklardan gelenlerin lambaları biraz maviye dönmüş gibi, bir bokluk olmasın?” 
       Cemal, “Biliyom, mühendise sordum, bi zararı olmaz dedi!” diye cevapladı. Ama o da aklını takmıştı bu işe…  
       Bu “grizu” denilen namussuz gaz (metan gazı) öyle bir meretti ki, işçilerin ya “Kör Nefes”dedikleri gibi kayaların kuytularına gizlenir, gelenleri bir anda boğazlar gibi öldürür ya da havadaki oranı % 9-10’u aştığında muazzam bir patlamayla insan cesetlerini acımasız bir şekilde kayalara yapıştırırdı. İşçi buna da bir ad takmıştı: “Ateş Nefes”. 
       Gençlerin pek aldırmadığı, ama bu iki yaşlı, deneyimli madencinin korktuğu buydu işte. Ateş Nefes bir felaketti, bugüne kadar binlerce madenciyi yaşamdan  koparmış, ailelerini, ocaklarını söndürmüştü.   
       Cemal Çavuş bu düşüncelerle kafesten çıktı. Galeri içinde yürümeye başladığında aklında hep bu ihtimal vardı; üst ayakları kontrol etmek üzere o tarafa doğru yöneldi…

       Karısı Necibe’nin nedense aklı, fikri hep kocasında kalmıştı o gün. Sabahtan beri içinde  büyük bir sıkıntı vardı; sanki içine koyu bir karanlık çökmüştü ve bu karanlığın içinden birileri çıkıp boğazını sıkıyordu. 
       O sırada, bahçe kapısının olduğu taraftan gelen bazı sesler duydu. Gelik yönüne doğru uzanan yol üzerinde insanlar vardı, o tarafa doğru giden. Kadınlar, daha çok kadınlar, çocuklar ve yaşlılar… Yırtınırcasına fırladı evden, birine sordu: “N’oldu, nereye gidiyonuz?”
       “Habarın yok mu?” dediler, “Gelik ocağı çökmüş, girzu (grizu) patlamış, girzu!..”
       Dünyalar başına yıkıldı o anda Necibe’nin. Öyle bir koşmaya başladı ki, diğerleri şaşkınlıkla bakıyordu peşinden. Küçük oğlu Ahmet’i evde bırakmıştı, ama Ali onunla birlikte koşuyordu ocağa doğru. “Cemalim!” diye sesleniyordu Necibe, “Allahım, Cemal’ime bi şey olmasın!..” 
       Çok geçmeden Gelik ocağı gözüktü uzaklardan. Simsiyah dumanlar yükselmekteydi ocak ağzından… Orada bir ana-baba günü yaşanıyor, jandarma, gelenleri ocak ağzına yaklaştırmamaya çalışıyordu. Ağır bir koku kaplamıştı ortalığı. Yanık et kokusuydu bu. O sabah, gülerek, birbirleriyle şakalaşarak ocağa girip, bir daha çıkamayanların kokusu!.. 
       Sabah vardiyasına girenlerin yakınları, anaları, babaları, karıları, çocukları akın akın geliyor, ocak ağzındaki meydanı dolduruyordu. Yüksek sesle ağlayanlar, feryat edenler, bağıranlar, çığlık atanlar, hepsi oradaydı. Sanki bir mahşer günüydü yaşanan…
       Tahlisiye (Kurtarım) ekipleri canla başla çalışıyor, ocak içinden, yanmış, kavrulmuş cesetleri, yaralıları getiriyordu yeryüzüne. Getirilen cesetler, ocak çıkışında yığılmıştı, neredeyse üst üste. Ambulanslara yüklenen yaralılar ise hemen hastanelere sevk ediliyordu.     
     Cesetler de, yaralılar da tanınmayacak hâldeydi. Bazılarının parçalanmış vücutları ayrı ayrı
yerlerdeydi; birinin kopan ayağı, diğerinin kafatası, kanlar içindeki vücut parçaları birbirine karışmış olarak torbalara dolduruluyordu. Onlar için yapacak bir şey yoktu artık… 
       Bir de sağlam çıkanlar vardı ocaktan. Onlar, meydanı inleten sevinç çığlıklarıyla karşılanıyor, aileleriyle birlikte tek vücut oluyorlardı. Birilerinin sevinciyle, yakınlarını kaybedenlerin kahrolası azabı bir arada, aynı meydandaydı…
       Necibe, ocaktan çıkanlar arasında tanıdık birini aradı ilk kez, Cemal’ini soracaktı. Ancak, çıkanların hepsi, bu büyük felaketten nasıl kurtulduklarının şaşkınlığı içinde, donmuş bir ifadeyle bakıyorlardı onlara. 
       Necibe, cesetlere baktı, tanınacak halde değildi hiçbiri. Büyük bir çaresizlikle ve içinde kalan son umutla, ocaktan sağlam çıkanları bekledi, son işçi çıkana kadar. Ama yoktu, Cemal’i yoktu çıkanların içinde. Büyük bir ümitsizlik tüm benliğini kaplamıştı. Oğluna sarıldı sımsıkı; bir anda boşanan bir yağmur gibi, bir anda patlayan bir fırtına gibi ağlamaya başladı. Hiç ümidi kalmamıştı artık. 
       O sırada, kolunu çeken birisi, “Hastaneye git, yaralılar orda!” dedi. Oğluyla, giden arabalardan birine atlayıp Zonguldak’a, Amele Birliği Hastanesi’ne gittiler, aradılar babalarını. 
       Ama yoktu, orada da yoktu Cemal Çavuş. O zaman acı gerçeği anladı, kabullenmek zorunda kaldı Necibe. Artık çocukları babasız büyüyecekti…
       1955 yılı Ocak ayının 23’ünde Gelik ocağında yaşanan bu grizu felaketinde, çoğu genç yaşlarda tam 55 vatan evladı kopup gitmişti yaşamdan… 

Necibe Ana ve Oğulları
                                
       İş artık Necibe Ana’nın başına kalmıştı, bu sabır abidesi Anadolu kadınına. Artık iki çocuğuyla yapayalnızdı bu dünyada. Yılmayacaktı, direnecekti yaşamın acı koşullarına.
       Aldığı şehit aylığı tabii yetmiyordu iki çocuğunu büyütüp okutmaya; tarla-bahçe işi de öyle. Ancak, ne yapıp yapıp çocuklarını okutmak, Zonguldak işçisinin bu acı kaderinden onları uzak tutmak istiyordu.
       Çatalağzı’ndaki elektrik santralının kurulmasından sonra, burada yükselen yeni bir şehir vardı: “Işıkveren”. Oraya yerleşen, hâli vakti iyi olan aileler, bazen yakın köylerden kadın ararlardı evlerinin temizliği için. Aradı, taradı, sonunda bir komşusunun yardımıyla böyle bir iş buldu Necibe. Artık haftanın beş günü Doğancılar’dan geçen trenle Işıkveren’e gidiyor, akşamları da aynı trenle dönüyordu köyüne. 
       Çocukları, tarlalarındaki ekinlere bakıyor, bahçelerindeki birkaç meyve ağacından topladıkları elma ve armutları, kasabanın pazarında sazdan ördükleri sepetler içinde satıyorlardı. 
       Dere kenarından topladıkları sazlarla sepet örmesini çok iyi öğrenmişti Ahmet; böylece yaşamında becerebildiği ilk işi bu oldu. Böylece iki kardeş farkında olmadan ticaret hayatına girmişlerdi; pazar yerinde gördükleri, öğrendikleriyle orası sanki onlar için bir okul olmuştu. 
       Hayat devam ediyordu bir taraftan… Necibe ve iki oğlu, önlerinde açılan yaşam yolunda iyi-kötü ilerliyorlardı artık adım adım…
       Gün geldi, çocuklar büyüdüler. İlkokul’a gittiklerinde, Ali işi haylazlığa vurdu, okumayı, dersi filan pek sevmeyen, sevemeyen bir çocuk oldu. 
       Ahmet ise tam tersiydi; elinden hiç kitap düşmez, dersine çalışmadan, sınıfça verilen ödevleri tamamlayıp bitirmeden içi rahat etmezdi. Tüm yaşamı boyunca da öyle olacaktı.
       Ancak parasızlık büyük dertti. Ellerine biraz daha para geçmesi için başka ne yapabilirim diye düşünürken, şöyle bir çevresine bakındı Ahmet; bir sürü küfeci vardı çarşıda, pazarda, orada, burada, her yerde. Bir gün, o da bu işe girişti; bir yerlerden boyuna uygun bir küfe bulup, pazaryerinde küfecilik yapmaya başladı okula gitmediği saatlerde. 
       Ancak, çok onurlu bir çocuktu; bu işi pek yürütemeyeceğini anladı bir süre sonra. Örneğin, bir akşamüstü yaşlıca bir kadının oldukça ağır eşyalarını hem de merdiven çıkarak taşımıştı; haklı olarak yüklüce bir bahşiş bekliyordu. Fakat, kadın çıkarıp sadece 5 kuruş vermişti; şu eskilerin pek iyi bildikleri metal renkli 5 kuruşlardan. Alnından akan ter damlalarını bir eliyle silerken, birden morali bozulmuş ve o 5 kuruşu yere fırlatıp çekip gitmişti gözyaşlarıyla içini çekerek. 
       Küfecilikten daha onurlu iş simit satmaktı. Ancak, millet simitleri sabahları fırından çıktığında çıtır çıtır yemesini seviyordu içtikleri çayın yanında. Yakınlarındaki fırının sahibi Rizeli Ali Usta, babacığının eski dostuydu. Gitti, onunla konuştu, Ali Usta seve seve râzı oldu bu işe. Artık sabahları erken saatte simitleri fırından alıyor, okul saatine kadar satmaya çalışıyor, öğleüzerleri de fırına uğrayıp hesabını veriyordu. 
       
Okuma Aşkı

       İlkokul’da sevdiği bir öğretmeni vardı Ahmet’in: Süleyman Bey. Cumhuriyetimiz’in kurulduğu yıllarda doğmuş olan Süleyman Bey, tam bir Cumhuriyet çocuğu olarak büyümüş, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimleri yaşamış, ilkelerini benimsemiş, kendini çok iyi yetiştirmiş bir hocaydı. 
       Sınıfındaki öğrencileri yavaş yavaş tanımaya başladığında, Ahmet’in gözlerindeki okuma aşkının ilk ışıltılarını fark eden kişi Süleyman Bey oldu. Onun ilkokulda ve sonraki yıllardaki eğitiminde aydınlık bir düşünce yapısına sahip olmasındaki en büyük etken bu hocası olacaktı.
       Diğer taraftan, ellerine geçen para geçimlerine tam olarak yetmiyordu tabii. Necibe Ana, temizliğe gittiği Işıkveren’deki evlerin hanımlarına kendini bir taraftan çok sevdirmişti. Bir maden şehidinin eşi olarak dul yaşayan ve aynı zamanda iki oğlunu okutmaya çalışan bu kadına, elleri değdikçe yardım da ediyorlardı o hanımlar. 
       Yalnız Necibe Ana da çok onurlu bir insandı; yapılan parasal yardımları kesinlikle kabul etmez, sadece emeğinin karşılığını alırdı. Onun bu onurlu davranışı karşısında, Işıkverenli hanımlar bu sefer pek kullanmadıkları kendi giysilerini vermeye başladılar, hatta çocuklarının giysileriyle birlikte. Verilenlere hiçbir zaman eski denemezdi, hepsi tertemizdi üstelik. Her ne kadar ağırına da gitse, sonunda kabullenmek zorunda kaldığı bu yardımlar, bir yerde Necibe Ana ve oğullarının yaşamın zor koşullarındaki dik duruşuna katkı oluyordu ister istemez.
       Bu yardımlara, Ahmet’in sınıf öğretmeni Süleyman Bey de katılmak ister, ancak bu öğrencisinin ne kadar onurlu olduğunu bildiğinden, böyle bir yaklaşımda bulunamamanın üzüntüsünü yaşar zaman zaman. 
       İlkokul birinci sınıfı, karnesindeki bütün derslerden “Pek İyi” alarak bitirip sınıf birincisi olduğunda, Ahmet’e “Okul Aile Birliği” başkanlığı da yapan Süleyman Bey tarafından bir yardım olanağı bulunur nihayet. İlkokulu okuduğu sürece, kalem, defter, kitap vs. giderleri okulu tarafından karşılanacaktır. 
       Sınıf birincisi olarak ve bir de iftihar (takdîr) yazısı alarak kazandığı bu başarı, yaşamı boyunca onur duyduğu ilk anı olarak kalacaktı Ahmet’in belleğinde.