Umuda Yolculuk
 
       Özellikle Zonguldak kömür ocaklarında çalışarak maden işini iyi öğrenen işçiler için büyük bir fırsattı bu; çünkü burada ellerine geçen paranın çok daha fazlasını alacaklardı yurtdışında.
       Ali, bir zamanlar yüreğini dağlayan babasının acısını hiç unutmadığı için, maden ocağına girip çalışmayı aklından bile geçirmiyordu. Bu fırsatı değerlendirmeli miydi yoksa?
       Diğer taraftan, o yıllarda ortalığı kırıp geçiren ekonomik sıkıntılar, işsizlik, döviz darlığı gibi nedenlerle Türk Hükümeti, Almanya’ya gidişleri desteklemiş, Almanya ise sadece yeraltı için değil, yerüstü işleri için de işçi alımını başlatmıştı. O zaman, gitmemesi için bir neden kalmıyordu Ali için. O da, severek, sevinerek, Zonguldak yöresinin diğer insanları gibi, Bartınlısı, Devreklisi, Çaycumalısı, Kilimlilisi gibi, yazıldı bir an önce gideceklerin listesine.
       Necibe Ana’ya, “Anacım, sana Doyçe mark göndericem, Doyçe mark!” diyordu büyük bir sevinçle.
       Anası ise, her türlü ihtimali düşünerek, “O da oralarda evlenip kalıverirse, n’aparım ben?” diye kendi kendine söylense de, “Herkes gidiyor, o da bir gitsin bakalım, para gönderiverirse kardeşini de okutur” diyor, bu rüyanın böyle gerçekleşmesi için dualar ediyordu.
       Böylece bir Almanya göçü başlamıştı tüm ülkede; giderek diğer orta Avrupa ülkelerine doğru da yayılacaktı bu göç dalgası… Gidenlere “Gurbetçi” deniyordu, tatile gelenlere de “Alamancı!” Henüz kesin dönen yoktu tabii. Bu ülkede geçim darlığı çekmekteyken, gittikleri yerlerde bir anda rahatlığa kavuşan bu gurbetçiler belki de en akıllı işi yapmışlardı, bu ülkenin sokaklarında işsiz gezecek yerde. Birçoğu, ileriki yıllarda birer Alman kızı da bulup evlenerek, çoluğa çocuğa karışacaktı “Alamanya” denilen o ülkede…
       Ali’nin, Alman sanayiinin geniş imkanlarında iş bulması hiç de zor olmadı. Madenlerde çalışacak işçilere daha yüksek ücretler ödenmesine rağmen o, işin bu tarafını hiç düşünmedi. Sonunda otomotiv sanayiinde, Mercedes otomobillerinin üreticisi Daimler-Benz firmasının Stutttgart’taki bir işyerinde kendine uygun bir iş buldu. Artık, Çatalağzı’nın Doğancılar köyünün Ali’si, Stuttgartlı Ali olmuştu.
       Önce onu lisan kursuna gönderip, yapacağı işle ilgili eğitim verdiler. Bir taraftan da  günde sekiz saat mesai. Lisede okuduğu dersleri hiç sevmeyen Ali, bu yabancı ülkeye gelen her Türk gibi kendini işine verdi, canla başla çalıştı ve kısa zamanda işi öğrendi. Artık Mercedes otomobillerinin elektrik aksamını iyi bilen bir elektrik taknisyeni olmuştu.
       Bir taraftan, ayrılırken söz verdiği gibi, “Doyçe Markları” göndermeye başlayarak anasını ve kardeşini çok sevindirmişti. Ahmet’in ortaokulu bitirmesi, belki de bu Doyçe Marklar sayesindeydi. Hele Ali’nin bir yaz tatilinde, altında özel arabasıyla Doğancılar köyüne gelmesi büyük olay olmuştu. Köyde herkes Ali’yi konuşuyordu, ne iyi bir evlat çıkmıştı o.
       Ancak, yaşam koşullarının insana neler getireceği bilinmez. Birkaç yıl sonra Ali’den gelen mektuplar azalmaya başladı, yolladığı marklar da.
       Derken, köylerine gelen bir başka Alamancı’dan haber aldılar: Ali bir Alman kızıyla evlenmişti.
       Ne oldu, nasıl da bu kadar etkilendi, bilinmez; bir süre sonra Ali’den hiç haber alamaz oldular.
       Doğancılar köyünün Ali’si, karısı Gisela’nın mutlak egemenliği altında tam olarak Almanlaşmış, memleketini, yakınlarını, hem de çok yakınlarını çoktan unutmuştu…
 
Tabiiye Yazılısı
      
       Gelelim Ahmet’e! O, bu satırların yazarının, Çelikel Lisesi’ndeki sınıf arkadaşıydı. Çok iyi anlaşırdık. Ben onun bir işçi çocuğu olduğunu ve babasının bir maden kazasında öldüğünü bilirdim. Ama bunu hiç konuşmazdık aramızda.
       Ancak, bilmediğim bir şey vardı. Onun, hem okula devam edip, hem de bir kömür ocağının gece vardiyasında sabaha kadar bir maden işçisi olarak çalıştığını bilmezdim, bilemezdim. Hiç açık verip anlatmamıştı bana bu durumu; benimse aklımdan bile hiç geçmemişti böyle bir şey. Bunu, yıllar sonra büyük bir şaşkınlık içinde öğrendim.
        Ağabeyi Ali’nin çekip gitmesinden sonra, artık o yıllarda yaşlanarak çalışma gücünü kaybetmiş olan annesiyle yoksunluk içinde kalan arkadaşım Ahmet, hayatının en önemli kararını vermişti. İstediği tek bir şey vardı, tek bir hedef: Çevrede zor bir lise olarak bilinen Çelikel’i bitirip üniversite tahsili yapmak ve bir meslek sahibi olarak annesini rahat ettirmek! Bunun için çalışmalı ve evlerine biraz para girmeliydi.
       Bu nedenle, hiç istemediği halde, baba mesleğine dönüp Kilimli’deki bir ocakta, gece vardiyalarında çalışmaya başlamıştı. Bunu yıllar sonra öğrendiğimde inanamadım; olacak şey değildi ama, sevgili arkadaşım bu işi başarmıştı.
       Yazımın başında anlattığım Tabiiye yazılısına gelince, o olay bir gerçekti. O dersten ikmale filan kalırsa, okulu bırakıp, maden işçiliğine devam etmeyi düşünüyordu. Kararını vermişti, okumayı bırakacaktı.
       Ancak, o gece, büyük bir hırsla ve inançla, 12 vardiyasına kadar hiç uyumadan Tabiat Bilgisi’ne çalışmış, hatta o dersin kitabını ocağa girerken yanına alarak, ocağın kuytu bir köşesinde, başındaki madenci baretinin soluk ışığı altında defalarca okumuştu. Artık, mürekkep balığının anatomisini iyi bildiği gibi, deniz dibinin “Kafadan Bacaklılar” ve “Balta Ayaklılar” familyalarını, eğrelti otlarının nasıl ürediğini ve bilmem ne çiçeğinin taç yapraklarının sayısını da çok iyi biliyordu.
       Hocaları Bedia Hanım sınıfa girer girmez, “Çıkarın kağıtları, yazılı yapıcam” dediği anda, daha önceden ucunu sivrilttiği kurşun kalemini ve silgisini eline aldı, büyük bir özgüvenle soruları cevaplayarak 10 üzerinden 7 aldı. Böylece, Tabiat Bilgisi dersinden ikmale kalmadan sınıfı geçti, ben bunun tanığıyım.
       Tabiiye yazılısına çalıştığı o zorlu gece, belki de tüm yaşamının dönüm noktasıydı.  
       Düşünürlerin “Kelebek Etkisi” dedikleri bir olgu vardır: “Amazon ormanlarındaki bir kelebeğin kanat çırpınışları, Kuzey Amerika’da bir fırtınaya neden olabilir” derler.
       Ahmet’in, okuyabilmek için maden ameleliğine başlaması ve hele o gece kaderinin çizdiği rutin yola râzı olmayıp, büyük bir azimle dersine çalışarak, sanki kanatlarını çırparak Tabiiye’den sınıfını geçmesi, belki de ona, içinde umut çiçekleri açan yepyeni bir yaşam yolu çizmişti. 
  
Necibe Ana’nın Ölümü
 
       Ahmet, önünde açılan bu yolda kararlı bir şekilde yürümeye devam etti. Tabiat Bilgisi dersini, Bedia Hoca’nın aksi bakışlarına rağmen geçtiği sırada Lise 1’deydi; diğer derslerinden ise oldukça iyi notlar almıştı.
       Lise 2. sınıfa başladığı güz döneminde, onu en çok sevindiren şey, Bedia Hoca’nın okulun diğer hocaların arasında yer almayışı oldu. Bu esmer güzeli, sert karakterli kadın başka bir şehrin lisesine tayin edilmişti.
       Ahmet’in, günlerini ikiye bölen iki ayrı yaşamı vardı sanki: Birincisi, okul günleri, arkadaşlar, hocalar, dersler, gençlik günlerine yaşanan heyecanlar ve evlerinde, artık yaşlı biri olarak, yılların verdiği yorgunluğu üzerinden hiç atamayan sevgili annesi. Anneciğini daha iyi yaşatabilmek için Ahmet’in çırpınışları…
       Gününün kalan kısmı ise, kömür ocağının zifîri karanlık dehlizlerinde geçirdiği, her an bir an bir ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceği saatler…
       Bütün bunlar gününü öyle bir dolduruyordu ki, başka bir şeyi düşünecek, yapacak vakti olmuyordu hiç.
       Yine de mutlu günlerdi onlar, taa ki sevgili anneciği hastalanıncaya kadar.
       Bir okul çıkışında eve geldiğinde, annesinin sofadaki sedirin üzerinde yatmakta olduğunu gördü. Uyuyordu kadıncağız, ancak alnında bir morluk vardı. Sanki başını bir yere çarpmış gibi. Yandaki komodinin üzerinde de bir kolonya şişesi durmaktaydı.
       Son günlerde, “Arada bir başım dönüyo galba” demişti annesi. Yoksa başı dönüp, alnını mı çarpmıştı bir yerlere? Ahmet, solgun bir yüz ifadesiyle yatmakta olan annesinin uyanmasını bekledi sakince…
       Uyandığında durum anlaşıldı. Çok şiddetli bir baş dönmesiyle kadın yerde bulmuştu kendini bir anda. Bereket o sırada, karşı komşuları Naciye Hanım yanındaydı. Naciye Hanım, kalkmasına yardım edip onu sedire yatırmış, ellerini, ayaklarını kolonya ile ovalamıştı. Alnında bir yara-bere yoktu, sadece biraz morarmıştı.
       Ahmet, o gece anneciğine canı gibi baktı. Yatağına yatırıp, unla yapılan ve içerisine biraz sirke damlatılan Hummak  çorbası hazırlayarak annesine kendi eliyle yedirdi.
       O gece haber gönderip, ocak işine gitmedi; sabaha kadar neredeyse başında bekledi. Sabah olduğunda, “E.K.İ.’nin (Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin)” ambulansıyla, ana-oğul Zonguldak’taki “Amele Birliği Hastanesi”ne gittiler.
       Hastane, her zamanki gibi çok kalabalıktı; büyük bir acele içinde çeşit çeşit insanlar giriyor giriyor, çıkıyor, sağlıklarına kavuşma yolunda çırpınıp duruyorlardı.
       Onlar da o insan seline kapıldılar; sonunda, büyük bir zorlukla “Âcil Servis”in kapısında buldular kendilerini.
       Doktor, hasta başına sadece 5 dakika ayırıyordu sanki. O da çaresizdi, büyük bir insan kümesi vardı karşısında, muayene olmayı bekleyen.
       Sıra kendilerine geldiğinde, doktor, rutin muayeneleri yaptıktan sonra, annesini, sırtına vurarak öksürttü ve tansiyonunu ölçtü. Tansiyonu ölçerken, doktorun başını iki yana sallamasıyla, Ahmet, annesinin başına gelenin ne olduğunu anlar gibi oldu.
       Bir tansiyon hastasıydı annesi, hem de aşırı derecede. Gerekli ilaçlar verildi. Bundan sonra, tuzlu şeyler yemeyecek, yemesine, içmesine hep dikkat edilecek, ilaçlarını zamanında alacaktı, hiç atlanmadan.
       Ancak, yazgısı bu kadardı Necibe Ana’nın. Söylenenlere çok dikkat etmelerine rağmen, bir gün, ölümün soğuk yüzü aralarına girdi bu ana-oğulun.
       Hastaneye gittikleri gün izin alıp ocağa gidememişti Ahmet. Sonrası günlerde gitmek zorundaydı, ellerine para geçmesi için, yaşamları için. Gece vardiyasına girip ocakta olduğu saatlerde, annesini yalnız bırakmak zorunda kalıyordu yatağında.
       Sabahın 6’sında ocaktan çıkıp eve vardığında, hafif bir sesle annesine seslenirdi heyecanını tutarak. Anasının, uyumuyorsa cevap vermesi onu bir anda rahatlatır, yaşama bağlardı bir taraftan.
       Ancak, bir sabah seslense de cevap alamadı, uyuyordur diye düşündü. Fakat odaya girdiğinde gerçeği anladı.
       Yıllardır karşılaştıkları zorluklara karşı azimle, sebatla ve de sabırla direnen o yaşlı kadının yüreği artık daha fazlasına dayanamamış, bir melek sessizliği içinde yaşama veda etmişti.
       Ahmet hiç ağlamadı. Komşuları Naciye Hanımı çağırdı; birlikte bir ölüye, hele bir anaya duydukları saygıdan ötürü hiç ses çıkarmadan, yapılacak işleri gördüler. O gün öğleüzeri kaldırıldı cenazesi.
       Mezarlıkta bile hiç ağlamayan Ahmet eve dönüp, annesinin boş yatağını gördüğünde birden kendini tutamadı, bağıra bağıra ağladı.
       Artık tek başına kalmıştı dünyada. Hiç kimi, kimsesi, yakını yoktu onunla ilgilenecek, elinden tutacak. Onun da buna ihtiyacı yoktu zaten, alışmıştı ekmek parasını yerin yüzlerce metre altındaki kayalardan çıkarmaya.
 
GÜNEŞE ERİŞENLERİN TÜRKÜSÜ
 
       Sevgili Ahmet, başkalarına, herkese çok zor gelecek bir işi, hem okumayı, hem de maden işçiliğini bir arada yürüterek kazandığı birikimle liseyi bitirdiği gibi, üniversiteyi de okudu; bugün iyi bir iktisatçı olarak tanınıyor kendi toplumunda.
       Onun gibi ekmek parasını yeraltındaki madenlerden çıkartan belki yüz binlerce genç daha vardı, gün yüzü, güneş yüzü görmeden, bu işin her türlü eziyetine katlanarak alın terini döken.
       Onlar bu ülkenin yüz akıydılar. Hep aydınlık günlere kavuşma umuduyla yaşadılar ve aralarından Ahmet gibi bazıları sivrilerek, aradıkları güneşe sonunda kavuştular.
 
       “Güneşe Erişenlerin Türküsü” onlar için söylenmiştir.
 
                                            Öyle bir türküydü ki o,
                                            Yıllardır söylenen
                                            Ve de söylenecek olan…
 
                                            Yerin yedi kat dibinde,
                                            Karanlıkta yaşayan
                                            Ve her türlü zorluğa dayanan
                                            Karayağız insanların türküsü…
 
                                            Onlar ki bu türkünün parçasıydılar;
                                            Bir kara yolculukta sürdü ömürleri,
                                            Umutla beklediler
                                            Gelecek güzel günleri…
 
                                            Öyle bir türküydü ki o,
                                            Doğa ne kadar acımasız da olsa,
                                            Yaşama bağladı onları…
                                            Ne acılar çektiler,
                                            Ne eziyetler…
                                            Ama azalmadı bir kez olsun
                                            Geleceğe dönük ümitler…
 
                                            Ve bir gün,
                                            Güneşi fark ettiler.
                                            Yıllardır aradıkları güneş,
                                            Artık içlerini ısıtıyordu.
                                            Türkünün son demlerine doğru
                                            Yüzleri gülüyordu.
 
                                            Öyle bir türküydü ki o,
                                            Güneşi arayanların
                                            Ve sonunda
                                            Güneşe erişenlerin türküsü…
   SON