“Savaşlar için paraları varsa neden fakirleri doyuramıyorlar ki!” diye düşünüyordum ki gelgitler yaşamaya başladım. Önce, “Bu gece huysuzluğun üzerinde yine, hayat o kadar da kötü değil” diyerek kızdım kendime. Sonra bir başka ruh haline girdim, haklıydım, evet, her şey o kadar da kötüydü işte. Eğer ki bu hayatı yalnızca kendim için yaşasaydım güzeldi de başkaları da vardı hayatta. Başkaları için de üzülüyor, onların haklarını, özgürlüklerini savunmayı yaşamamın bir gereği sayıyordum. Bu hissi unutmamak iyi olsa da, duygusal olarak zarar veriyordu insana. Anılar denizinden kötü şeyler geldi aklıma. Hatırladıklarım yenilir yutulur gibi değildi. İnsanlığımdan bile utanç duyuyor, “Böyle insanlık olmaz” diyordum kendi kendime. Ne miydi bunlar? Yine gelgitler, tuhaflıklar… Anlatayım:

Kiminin evine aylardır elektrik girmezken, kimisi de sevgilisinden elektrik alamadığından şikâyetçi, hayat işte… Çok garip bir dünyada yaşıyoruz, bir türlü çözemiyorum.  Bir yanda mum ışığında ders çalışan 6 nüfuslu bir aile, diğer yanda magazin programlarında boy gösteren şımarıkların yeni fantezileri, partnerinden elektrik alamıyorlarmış… Şimdi her ikisinin de haberi yapılıyor, fakat biri sadece 1-2 gün gündeme o da zor bela giriyor, öteki “Elektrik aldı, alacaktı, alamadı” gibi saçmalıklarla on gün gündemde kalıyor. Hayat işte…

 

Size bir amcanın feryadını olduğu gibi yazacağım. Hatırlayacağınızı zannediyorum: "Yeğenim rahatsızlanınca, ağabeyim, yetkilileri arayarak yardım istemiş. Fakat hiç kimse ilgilenmemiş. Yeğenimin ölüm haberini gece yarısı aldık. Köye kadar arabayla daha sonraki yolu da yürüyerek mezraya ulaştık. Ölen yeğenimi çuvala bırakıp ailesiyle birlikte tekrar karlı yolardan geçerek önce köye, ardından da bir araçla Van'a geldik. Savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Çünkü bu ölümde herkesin suçu var. Eğer zamanında müdahale etselerdi belki yeğenim ölmeyecekti. Eğer yine bize yardım eden olsaydı, hastaneye götürselerdi, orada ölseydi ‘Allah'ın takdiri yapacak bir şey yok’ diyecektik. Ama burada büyük bir ihmal var. Biz sorumlu olan herkesten şikâyetçiyiz. Yeğenimin cenazesini bile biz o yollardan yürüyerek akrabalarla birlikte getirdik. Sorumluların cezalandırılmasını istiyoruz.”

Eminim hemen hatırladınız, duyarlı olan her insanın içi sızladı, ciğerleri yandı bu habere. Ben, “Özel İdare kepçeyi neden yolamadı? Paletli araçlar nerdeydi? O insanlar saatlerce yürüyebiliyorlarsa, devleti temsil edenler neden yürüyerek imdada yetişmedi? Devlet kimsenin malı değil, devlet boşuna para verip insanları o koltuğa koymuyor, görevini yapamadılarsa neden hala istifa etmiyorlar, acılı babanın yoksulluğun, çaresizliğin, insanlığın gözü kör olsun…” gibi şeyler yazıp konuyu uzatmayacağım, genel yayın yönetmenimiz bu sefer okurken, “Yine çok uzun olmuş” demesini istemiyorum. Size çok daha önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum, ruhumdaki fırtınalar bu satıra yazarsam, belki bir nebze olsa uçar gider.  Üç yasındaki o yavrumu düşününce, iki evladı olan bir anne olarak çocuklarımın o yaşlarını hatırlıyorum. Gülüşlerini, sevgiyle bana koşuşlarını, kollarımı açıp onları kucakladığımda burnuma gelen mis kokularını, doyasıya öperken yavrularımı göğsüme bastığımda onların o küçük vücutlarının sıcaklığını hisseder, bir bütün olurduk adeta. Şimdi Van’daki o yavrumu düşünün bir de babasını, ölümün soğuk yüzü kendisine göstermeye başladı mı, sıcacık vücut nasıl da donar taş kesilir. Bu nasıl bir kaderdir ki, sırtına aldığı yavrusunun saatler geçtikçe o daha da soğuyan bedenini hissetmek zorunda bırakılmıştır? O baba yatağa uzandığında yavrusunun soğuk bedenini sırtında hisseder durur da sırtına batmaz mı acısı? İşte birileri bir tarafta bu acılarla boğuşurken, bir başka tarafta bir bebek nihayet doğdu, 11 kurban kesildi şerefine. Aylardır tüm memleket adının cinsiyetinin ne olacağını tartıştı. Henüz doğmadan önce abartılı hediyelerle gündeme gelen, üç bebek arabası olan, bakıcısına15 bin lira aylık verilecek olan bir bebekti bu. Asgari ücretli günde dokuz doğurup millet açlıkla mücadele ediyorken, hiç bir derdimiz kalmamışçasına hop oturduk hop kalktık bu bebekle. Hayat işte…

 

“Savaşlar için paraları varsa neden fakirleri doyuramıyorlar ki” diye bir kere daha düşündüm. Seçim arifesinde devasa posterler el broşürleri bayraklar, kiralanan işyerleri, arabalar, benzin paraları çalışanlara ayrılan paralar v.s. çevreye verdikleri rahatsızlıklar çabası.  Kulaklarımız sağır edene kadar müzikler, ziyaret ettikleri yerlere götürdükleri makarnalar, çorbalar, kömürler. Birinden duydum şimdiye kadar 190 bin TL harcamış. Tüm adayları düşünürsen dehşet para. Bu kadar paranız vardı da neden hala çaresizlikten insanların ölmesine göz yumuyorsunuz? Neden hala insanlar yoksul? Yoksa kaz gelen yerden tavuk esirgemiyor, kazanırsam kat kat alırım hesabında mısınız? Asıl konuşmamız gereken şey şu:  Paravanın arkasına atılıp saçma bir yapay gündemi hayatımıza sokuyorlar. üşünmeyen, mukayese edemeyen bir toplum yaratmak tüm çabaları. Aksi iddia edilseydi aşağıdaki gibi sonuç yansır mıydı, sosyal paylaşım sitelerine? Dünyada bugün bir çok profesörün konuştuğu konulardan bazıları: Uzayda hayat var mı? Kanser kalıcı olarak yenilebilir mi? Zamanda yolculuk yapılabilir mi? Paralel evrenler var mı? Başka bir gezegene koloniler kurulabilir mi? Dünyada bu tartışılırken, maalesef benim çağ atlayan ülkemde ne mi tartışılıyor? Kızlı erkeli oturulsun mu oturulmasın m? Cinle evlenilir mi?  Evlatlıkla evlenmek caiz mi? Cennette kaç huri verecekler? (Merakına düşenler hiç heveslenmeyin) Karımı iz bırakmadan dövsem günah olur mu?. Kırmızı külot caiz mi? (“Karımla yakalasam kıskanmayacağım tek erkek odur. Allah onu başımızdan eksik etmesin” diyen birileri, neden kırmızı donun derdine düşer ki? Donlar hep beyaz olsa, daha da mı namuslu olacaksınız? En azından donsuz değilsiniz). İşte hayatın iki değişik yüzü. Bu haftaki yazımı Atalay Demirci’nin her gösterisinden sonra okuduğu o müthiş şiirle bitirmek istiyorum, Her şey gönlünüzce olsun.

 

“Ya ağlamasın hiç kimse. Yasındaki

 Ya da gülmesin şu her zaman gülenler.

 Ya kimse de olmasın para denen illet.

 Ya da paylaşmasını öğrensin paralı millet

 Ya kimse söylemesin sevdiğini

 Ya da yapsınlar sevginin şu asıl tarifini

 Ya şu bayramlar hiç yaşanmasın.

 Ya da bayramlarda et yemeyen kalmasın”