Kaba sözcüklerle oluşturulmuş kimi varyantları olsa da, “Türk’ün aklı sonradan gelir” savsözü toplumsal yapımızı en iyi anlatan tümcelerden biridir bana göre. Ülkede olan bitene bakınca devlet aklının ondan da beter olduğunu düşünüyorum… Her ne kadar toplumsal muhalefete yaklaşım konusunda şaşmaz bir iradeye sahip olsa da, pek çok konuda ne yapacağını, hangi konuda ne düşündüğünü kestirmek mümkün değil çoğu zaman… Bana sorarsanız asal politikalarını belirleyen erkin dışında, kendi dar alanlarında egemenliğini ilan etmiş pek çok devlet var devletin içinde. Bu iç devlete bir de devletin dışında kümelenen çıkar çevrelerinin, güç odaklarının oluşturduğu dış devletler de eklenince herkesin kendine göre bir devlete sahip olduğu tuhaf bir yapı çıkıyor ortaya...

Birbirine bunca zıt işler yapılıp, birinin yaptığını diğerinin bozduğu garabete bakılırsa devletin içindeki devletler eşgüdüm, ortak akıl, planlama gibi kavramlardan hiç haz etmiyor. Güç odaklarının oluşturduğu dış devletinse mevzuat, prosedür, yasal çerçeve, kamusal alan gibi kavramlarla başı belada… “İşi kitabına uydurmak” ise her ikisinin ortak yanı… Kimi zaman zorlanılsa da, bin dereden bin su getirip allem kalem bir cambazlıkla her şey murat edilen noktaya getiriliyor… Bu sayede, hukuksuz pek çok uygulama, gözlerden kaçırılmaktan vazgeçtim, yoğun bir kamuoyu desteği ve alay-ı vâlâ ile yaşama geçiriliyor… Bir de kahramanlar çıkarılıyor ortaya üstelik…

MAKAM OLUR HER İŞİ HALLEDİYOR

Bunun faturası hem ülkeye, hem de halka ağır bir şekilde çıkıyor elbette… De, ona bakan kim? Akıl almaz bir kaynak savurganlığıyla kamusal kaynaklar çarçur edilirken, kimi kişi ve gruplara çeşitli şekillerde sağlanan ayrıcalıklar başta doğanın amansız tahribi olmak üzere pek çok melanet olarak dönüyor geriye… İşin tuhaf yanı da şu: Zaman zaman küçük gerilimler yaşansa da, iç devletler birbiriyle hiç çatışmıyor… Bürokratik birkaç yazışmayla elde edilen “makam oluru” sihirli bir sözcük olarak her türlü sorunu çözmeye yetiyor. Oluru veren makamsa şube müdüründen, başbakana kadar oluşan dizgeden herhangi biri olabiliyor… Her kademede işin başta mali boyutu, riski, kapsamı doğal olarak bir tık daha büyüyor…

Hiçbir yazılı kuralı olmayan dış devletlerdeki çatışmaların çözümüyse bu kadar kolay olmuyor. Daha büyük boyutlu gerilimler yaşanan bu alemde en büyük sorun çözücüyse sahip olunan güç olarak öne çıkıyor… Herkesin bildiği son derece basit “gücün varsa, sen de varsın” denklemi, değişmeyen bir yasa oralarda… Önce iç devlette “içtihat” denen “racon” giriyor devreye. Raconun, centilmenlik anlaşmalarının para etmediği yerlerde, rüşvetten şiddete kadar pek çok parametre uygulamaya konuyor… Kurtlar sofrasında birine tanınan ayrıcalık çok hızlı bir şekilde diğerinin müktesep (=elde edilmiş, kazanılmış) hakkı haline dönüşüyor. Bumerang gibi kendini çoğaltan bu durum, hukuksuzluk zincirinin de nirengi noktasını oluşturuyor…

ENERJİ ÜSSÜ MÜ, SAĞLIK TURİZMİ Mİ

Devletler çok olunca, gariban kentte örneklerini sıkça göreceğimiz gibi son derece gülünç durumlar da çıkıyor ortaya. Enerji lobisinin kontrolü altındaki “enerji devleti”, Ereğli’den Sinop’a kadar olan cennet bölgeyi “Enerji üssü” ilan edip, tespihe dizer gibi, HES’ten termiğe, hızın alamayıp nükleere değin yaşam düşmanı ne kadar santral varsa bir bir uygulamaya koyarken, “turizm devleti”, hangi akla hizmetle bilmiyorum, “sağlık turizmi” geliştirmek için yüksek bütçeli çalışmalar yapıyor. Kimi mahallelere otobüsle ulaşımı sağlayamayan “belediye devleti” ile nazire yapan “valilik devleti” ulaşım konusunda ciddi bir sorun yaşamayan mahallelere bir teleferikle ulaşım için proje üstüne proje yaptırıyor… İş şirazesinden bir kez çıkınca da ipin ucu tutulmuyor. Dış devletteki güç odaklarından biri, bir metrelik işgal yapınca bunu “müktesep hak” sayan diğeri elli metrelik yere dalıyor. Öbürü kafeteryasının önüne iki sandalye fazladan atınca, bir diğeri elli sandalyelik yeri hak görüyor… Düzenleme yaparak herkesi hukukun içine çekmesi gereken iç devletlerin her biriyse topu diplomatik paslarla birbirine atarak olan biteni seyrediyor. Bize de saç baş yolarak üzülmek düşüyor yalnızca…

 

Not: Bugüne kadar hiçbir çevre haberini ciddiye almayan gazeteciler, başları sıkışınca “Çevreciler nerede” diye bağırıyor nedense. Bu delibozuk koroya Ercan Demir’den sonra Derya Akbıyık da katıldı… Yeni hastane için yıkım yapılan alandaki ağaçların kesilmesinden şikâyet ediyor Akbıyık. Çok haklı, duyarlılığından dolayı teşekkür ediyorum… Ancak gerek Demir’in, gerekse Akbıyık’ın, “İstihdam yaratılıyor, yatırım yapılıyor” goygoyculuğuyla bu iklimi hazırladıklarını unutmamak gerek. Hele Akbıyık’ın çevrecileri hedefe koyan yazılarının mürekkebi bile kurumadı daha. Dinine yandığımın kentinde topu tüfeği 3-5 kişiyiz ve her yana yetişemiyoruz ne yazık ki. Çevre yalnızca bizlerin değil, hepimizin sorumluğunda. Bostan korkuluğu gibi duracaklarına müdahil olsalarmış ya! “Çevreciler nerede?” feveranı yaparak ucuzluğa kaçmak onlara yakışsa da bizim bu martavallara karnımız tok…