İçime mıh gibi çakılan türkü
 
Hayat nasıl da acımasız, ne çok sürprizlere gebe… Bir büyük gizden gelip hiç bilmediğimiz bir başka gizeme doğru akıp gidiyoruz hızla da farkında değiliz…  Düşünüyorum da kendimizi çok önemli yere koyup doğaüstü güçleri olan bir varlık saymamız ne kadar gülünç… Hayatın gizemi, doğanın gücü karşısında koskocaman bir hiçiz çünkü… Hayatımıza hükmedemiyor, koskoca ömrü çaresizlikler içinde tüketiyoruz… Yaptığımız en değerli şeyler bile, diğer canlıların temel güdülerinin ötesine geçemiyor… Yine de insanız… Düşünüyor, seviniyor, üzülüyor, ihtirasa, cezbeye kapılarak yaşayıp gidiyoruz…
 
Bunları şunun için yazıyorum… Gazetelere, “Federasyon başkanı AVM’de hayatını kaybetti” başlığıyla geçen olayın en yakın tanığı olarak ömrümün en büyük travmasını yaşadım… Ne kadar çırpınıp, şuursuz devinimlerle bir şeyler yapmaya çalışsam da olmadı; birkaç saniye öncesine kadar yan yana yürüyüp geleceğe dair cümleler kurduğum bir insanın hayata tutunmasını başaramadım… Koskoca bir hayat, göz açıp geçinceye kadar akıp gitti ellerimin arasından… Yaptığımız uzun sohbetlerde sarf ettiğimiz onca kelimeden geriye, yere yığılırken ağzından çıkan “Eyvah” sözcüğü kaldı yalnızca…
 
ŞİİR GİBİ ADI OLAN DURUSU ADI GİBİ ÖZEL BİR ÇOCUK
Bahri Küpeli ile çok uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz yok aslında… Birkaç yıl önce Genel Başkanı olduğu BAKZİFED’in çalışmaları için geldiğinde tanışmış, o gün bugündür de birbiriyle fikir paylaşan iki arkadaş olmuştuk… Yaşadığı Ankara’dan bir etkinlik için gelip, birkaç gündür kaldığını öğrendiğim otelinde bir selam vereyim diye aradım… Birbirimize ayırabildiğimiz bir çay içimlik vakitte önümüzdeki günleri de planlayacaktık sözde… Toplasan 15 dakikayı bulmayan zaman diliminin ömrüm boyunca peşimden gelecek bir karabasana dönüşeceğini bilmem olanaksızdı elbette…
 
Sonrası ayrı bir hüzün, bir başka keder… Şiir gibi adı olan oğlu Durusu, adı gibi özel çocuklardan biri… Çocuk dediğime bakmayın, boyu benden uzun dağ gibi bir delikanlı… Ertesi gün Atatürk Devlet Hastanesinin morgu önünde kalabalık bir grup olarak işlemlerin bitmesini beklerken kantine gitmek istedi Durusu… Orada bulanlardan birinin uyarısıyla ona eşlik ettim… İki kat yukarıdaki kantine doğru kol kola yola çıktık… Merdivenleri çıkarken, kulağıma eğildi, “Ahmet amca” dedi, “Babam nasıl öldü anlatsana…” Duraksadım bir anda, söze nereden gireceğimi şaşırmış şekilde konuşmaya başladım…
 
O GÜNDEN BİR BU TÜRKÜ VAR HATIRIMDA
Bir oğula, hiç beklemediği bir anda yitip giden babasının son anlarını anlatmak gibi hayatımın en zor görevlerinden birini özenerek seçtiğim kelimelerle yerine getirdim… Yaşadığım kâbusu tüm detaylarıyla anlattım tane tane… Hiçbir sözcüğümü, yüzümdeki hiçbir mimiği kaçırmadan dikkatle dinledi Durusu… Tekrar tekrar sorular sordu… Ağır adımlarla vardığımız kantinden alışverişini yaptı… Yolu değiştirip arabaların geldiği yerden dönmeyi istedi… Bir parça uzatma pahasına yönümüzü tersine çevirdik…  Büyük bir sıcaklık, kocaman bir güven duygusuyla koluma girdi yine…
 
Birkaç adım sonra içindeki acıyı dökmek isteyen darmadağın bir sesle, duyanlara aldırmadan söylemeye başladı: “Hastane önünde incir ağacı / Doktor bulamadı bana ilacı / Baştabip geliyor zehirden acı / Garip kaldım yüreğime dert oldu / Ellerin vatanı bana yurt oldu…” Durusu’nun en sahici duygularla söylediği türküyü gözyaşlarımı içime dökerek dinledim… Mıh gibi çakılıp kaldı içime… Kaç gün geçti aradan… O günden bir bu türkü var hatırımda, bir de kulağımda çınlayıp duran “eyvah” sözcüğü… Hayatın anlamsızlığı ve insan denen canlının hiçliğine dair bitmeyen bocalamalar bir de…