Yaşım elliye dayandı. Bana ulaşılmaz gibi gelen yaşlılık günlerim gelip kapıya dayandı iyice. Emareleri de yok değil, başımdaki ak saçlarla karalar eşitleneli epey oldu. İçinde yer aldığım toplulukların en genç bireylerinden biriydim oysa. Önce “işçi”, sonra “komünist” olarak değişse de bana çok yakınmış gibi gelen bir zamana kadar “Küçük Ahmet” diye söz edilirdi benden. Girdiğim toplulukların sözüm ona en deneyimli insanlarından biri sayılırken, kendi kendime gülüyorum şimdi… Hâlâ ön ismimle çağıran epey bir dostum olsa da, “ağabey” diyenlerin sayısı gün gün artıyor nedense... Gül yüzlü kızımın boyumdan büyük arkadaşları, “amca” diye sesleniyorlar hatta… Elimdeki pazar poşetleriyle bir solukta tırmandığım merdivenlerin yarısında, tıknefes kalıp mola verirken, içime hüzün doluyor. Deli danalar gibi top peşinden koştuğum halı saha günleri, uzak baharların solgun gülleri olarak bakıyor sisli anıların içinden… Canım yaşlanmanın iyi yanı da yok değil hani: Otobüste, dolmuşta oturarak yolculuk yapmanın keyfini yaşıyorum örneğin. Bir şeyler alınıp gelinecekse, yanımdakiler benden önce fırlıyor…

 

Sözün özü yaşlanıyorum... Makarayı geriye çevirip, kopuk kopuk da olsa adına yaşam dediğim kendi yapımım filmi izleyince anlıyorum ki, çok da boşa geçmemiş yıllarım. Başımdan epey bir şeyler geçtiği gibi tarihsel ölçekli pek çok olaya, pek çok tarihsel döneme de tanıklık etmişim... Yer sofrasındaki bir akşam yemeğinde, “Anarşitler asılmış” diyen babamın ağzından duydum Denizlerin hazin sonunu... Şimdiki nesle anlatmak pek mümkün değil ama bir radyonun bile bulunmadığı tek gözlü evimizin tek haber kaynağı, babamın ağzından çıkan sözlerdi o vakitlerde... İsmet İnönü’nün cenazesini bir mağazanın vitrinindeki siyah beyaz televizyondan izledim, soğuk, hatta karlı bir gündü... Ecevit-Demirel çekişmelerini, Kıbrıs savaşını, MC hükümetlerini, sokaklarından umut fışkıran ateşten günleri yaşamımın en renkli zamanları olarak saklıyorum kafamda… Özallı yıllar, büyük madenci grevi gibi tanığı olduğum pek çok olayı saymaya kalksam yazı birkaç sayfayı geçer herhalde. Uzatmayım bu yüzden, hem, konumuz da bunlar değil zaten…  Bunca lafı şunun için yazıyorum:  Çok şey yaşadım ama eylül karanlığı da dâhil, insan olmanın bedelinin bu kadar ağır olduğu bir zaman dilimini hiç yaşamadım…

 

HER GÜN BİR BAŞKA DRAM YAŞANIYOR

Akil adamlar, çözüm süreci, Reyhanlı katliamı, Suriye krizi, Kılçdaroğlu-Erdoğan tartışmaları, Galatasaray-Fenerbahçe maçı derken her gün çevremizde yaşanan onlarca dram kaçıyor gözümüzden… Sözüm ona insanız, duyargalarımız her şeye açık güya, her gün yaşadığımız mahallede, önünden geçtiğimiz sokakta, karşımızdaki caddede küçük çaplı bir kıyamet yaşanıyor, umurumuzda bile değil ne yazık ki… Birkaç örnekle açıklamak isterim. Üzerlerinde hiçbir koruyucu eşya olmayan üç işçi bir kanal kazıyor. Yanlarına yaklaşıp, “Kolay gelsin” dedikten sonra bir çay içmeye davet ediyorum kendilerini. Doğal olarak konuşmaya başlıyoruz. Daha doğrusu ben soruyorum, onlar anlatıyor. Kozlu Belediyesi’nde adı bende saklı bir taşeronun işçileri konuştuklarım. Maaşlarını bilmiyorlar henüz, işe başlayalı üç ay olmuş ama maaş alamamışlar hâlâ, kaç lira alacaklarını bile konuşmamışlar. “Evi nasıl geçindiriyorsunuz?” dediğimde, “Geçinmek mi var? Oradan, buradan borç alıyoruz. Sigortamız ödeniyor, çocuklar doktora gidiyor ya, o bile bir şey” diyorlar umarsızlıkla… Maaş istemeye korkuyorlar, insafsız taşeron hemen çıkış veriyor çünkü…

 

Belediyenin kadrolu işçileri ile konuştum daha sonra. Anlatılanları doğruladılar, çoğu zaman yol parasını kendilerinin verdiğini söyledi bir tanesi… Yönetici olduğunu söyleyen bir diğeri,“ Çocuğuma harçlık vermeye zorlanırken her sabah tertip ettiğin taşeron işçisine bir de sigara parası veriyorum.” diyor öfke ile… İnsanın aklı duruyor. 21. yüzyılın Türkiye’sinde, sigara parasına muhtaç insanların emeğinin üzerine inşa ediyoruz hayatlarımızı. Gazetelerden televizyonlardan siz de izliyorsunuz, Kozlu Belediye Başkanı Bay Ali Bektaş ağzını her açtığında, şişine şişine, haktan, hukuktan söz ediyor… Hangi veriye yaslanarak söylüyor bilmiyorum ama Kozlu’da işsizliği bitirdiğinden dem vuruyor. Attı mı mangalda kül bırakmıyor ama azgın emek sömürüsüne, kul hakkı üzerine kurulan insafsızlığa göz göre göre aracılık ediyor. İnsan emeğinin sudan ucuz olduğu bir taşeron cennetini, çağdaş belediyecilik diye yutturmaya çalışıyor bize…

 

AKP İKTİDAR TAŞERON ŞAMPİYON

Kozlu’da böyle de Zonguldak’ta ya da ülkenin bir başka yerinde farklı mı? Hayır. Her yerde var aynı vicdansızlık. Aymazlık denen şey bu olsa gerek. Bir yazıma bile konu etmemişim, bir tartışma sırasında Recep Adıgüzel hatırlatmasa, unutup gitmişim dahası. Selçuk Ar 29 yaşındaydı. Zonguldak Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü’nde bir taşeron firmada çalışıyordu. Hepsi zaten üç kuruş olan maaşını düzgün olarak alamıyordu bir de. Sık sık eşi ile tartışıyordu bu yüzden. Bir tartışmanın sonrasında eşi evi terk etti. Akşam eve geldiğinde durumu öğrendi ve kız kardeşinin telefonuna “Hakkını helal et” mesajı göndererek elektrik kablosu ile kendinin tavana astı. Yaşama veda ettiğinde üç aylık alacağı vardı içeride. Arkadaşları eylem yaptı arkasından, seslerini duyurmaya çalıştı ama duyurmadılar kimseye. Şairin dediği gibi “Yüreklerin kulakları sağır”dı çünkü…

 

Rahat koltuklarımıza yaslıyoruz bedenimizi, kaloriferden yayılan sıcağa teslim olup,  açık tutmaya zorlandığımız gözlerimizi, televizyon ekranlarından yayılan yalan hayatlara dikiyoruz. Canımızı sıkmamak için haberleri bile dinlemiyoruz kimi zaman… Böyle yapmakla ruhumuzu kurtardığımızı sanıyoruz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesindeyiz pek çoğumuz… Ama insanlar yok pahasına çalıştırılıyor en zor işlerde, çağdaş köleler gibi itilip kakılarak, maaşlarının alamıyorlar bir de… Tıpkı Ali Bektaş gibi egosu tavan yapmış, burnundan kıl aldırmayan bir başbakanı var bu ülkenin. O başbakan olduğunda 350 bin olan taşeron çalışanı sayısı, on yıl içinde 1,7 milyona ulaştı. Sayı her geçen gün daha da artıyor. Yoksulluk da… Çaresizlik de… Sefalet de… Bu insafsızlık değil de ne Allah aşkına? Bu sızıyı yüreğinde duymayana insan demek mümkün mü?