Eğer bir parça duyarlı insansanız ve hayatı yalnızca kendiniz için yaşamayıp toplumsal sorumlulukla hareket ediyorsanız, çekeceğiniz çile çok bu ülkede… Nereye koşup, kimin hangi derdine yanacağınızı şaşırır, saçınızı başınızı yolarsınız çoğu zaman… Onca çabanızın, bunca yalnızlığa mahkum edilmesine kahreder, en çok da kendi aczinize isyan edersiniz… Üç kuruşluk kâr için insana, doğaya, diğer canlılara zulmeden acımasızlardan daha çok toplumun duyarsızlığı büker belinizi… Celladına aşık kalabalıkların zalimlere olan sınırsız hoşgörüsü içinizde kanayan derin bir yaraya dönüşür…
 
Yalnızca insanlara yapılan haksızlıklar, yüzsüzlükler değil, kurdun, kuşun karıncanın, akan suyun, boynu bükük kalmış ağacın hakkı da fırtınalar koparır içinizde… Elindeki hortumla hangi yangına koşacağını şaşırmış bir itfaiye eri gibi şaşkın bakarsınız etrafa… Şövalye ruhunuz, elinizdeki bir bardak su ile bir çağ yangınını söndürebilecekmişsiniz gibi bir duygu çoğaltır içinizde… Bu duyguyla dalarsınız ateşlerin içine ve doğal olarak da bedel öderseniz… En ağır bedel de etraflarındaki yangını gül bahçesine çevirmek için ateşe daldığınız insanların size çevirdiği sırtı olur…
 
HERE YENİLGİYİ YENİ BİR BAŞLANGIÇ OLARAK GÖRÜRSÜNÜZ
Siz yüksünmesiniz yine de… Her yenilgiyi yeni bir başlangıç olarak görür, yeni bulduğunuz bir bardak suyla, yeniden dalarsınız yangınlara… Her yangında biraz daha azalıp, bir kez daha yansa da yüreğiniz, bir başka yangını gözlemekle geçer ömrünüz… Mitolojideki Sisyphus gibi, her defasında altında kalsanız da, o koca taşı, o büyük tepeye taşımak için yeniden yeniden düşersiniz yollara… Çünkü hayat böyle bir şeydir sizin için… Bitimsiz bir mücadeledir, haksızlıklara karşı çıkmaktır en başta… Zalimin karşısına dikilme yürekliliği, bedelini düşünmeden mazlumun koluna girebilme cesaretidir…
 
Günümüz Türkiye’sinde daha da ağırdır sırtınızdaki yük… Tek adam rejimine, OHAL, KHK düzenine karşı çıkıp hukuku savunmayı başat görev sayarsınız, bedeli ağır olur… Barış istemek, kimse ecelsiz ölmesin, dünya bir kardeş evi olsun hepimize, demek, en büyük suçunuz olarak yazılır künyenize… Şairin dediği gibi tıpkı, “Barış derler, güvercin tıkarlar boğazınıza…”Üç kuruş menfaat için torunlarımızın emaneti doğayı kirletmeyin, onlara temiz bir dünya borcumuz var seslenişiniz, karşılıksız kalır çoğu zaman… Siz boynunuzu bükmezsiniz yine de… Yakışmaz çünkü…
 
BİR İSYAN BAYRAĞI OLARAK KALAKALIRSINIZ ORTADA
Tarihin bu döneminde bir de Zonguldak’ta yaşıyorsanız zorun da zoru görevler durur önünüzde… Tüm bunlara ek olarak, sizi var eden acılı kentin yitip giden değerlerine ağıt yakacaksınız en başta… Yüz binlerce insanın, milyonlarca adımla emeğin başkaldıran kentine çıkardığı adını, kimliğinden silmeye çalışan güruhla mücadele edeceksiniz daha sonra… Yetinmeyecek, yerin dibindeki zifir karanlıkta ekmeğini kazan yeraltı insanlarının iş ve onur mücadelesine sahip çıkarken, diğer yandan da, acımasızca talan edilen doğa içinde savaşım vereceksiniz…
 
Yıkım ekipleri görev başında… Bir elinde sıkıca yapıştığı baltayla ağaçları devirip, diğer eliyle beton pompasına yol veren gözü dönmüşlük her yeri cehenneme çeviriyor… İşsiz, aşsız, geleceksiz bırakılmış kalabalıklar, bir yandan göç yollarına düşerken, diğer yandan da şehvetle alkış tutuyor kendini sürgüne gönderen kudretlilere… Doğaya, insana yapılan gadri dehşetle izleyen sizlerse bir isyan bayrağı olarak kalakalırsınız ortada… Şairin “Dört yanım puşt zulası” dizesi düşer aklınıza… En zifiri karanlıkta, küçücük bir ışık pırıltısı gönlünüzü çeler, “Güzel günler göreceğiz çocuklar” deyip yeniden başlarsınız hayatı savunmaya…