“1950’ lere kadar Türk toplumunda kentleşme olgusundan söz edilemez. Bu dönemlerde kent vardır, kentlerin nüfusunun artması da vardır ama kentleşme yoktur” diye belirtiyor Şehrin En İyileri The Best’ e yazan Aslı Kutlucan KAPTAN. Kentleşme kavramı içinde bulunduğumuz kentin kendi öz kimliğini yansıtacak şekilde yapılanmalıdır. Ancak günümüzde kent kimliği çok da önemli değil ne yazık ki. Çarpık kentleşme kavramını hep gecekondulaşma üzerinden değerlendirirken, gecekonduların şehrin yapısına uygun olmadığı çok defa söylenmiştir. Ancak çevremizde ki gecekondulara baktığımızda doğanın içeriğine çok da yabancı yapılar olmadığını görmemiz çok manidardır. Çevreye verdiği zararlardan söz edilir ama açık gözle mahalle yapılanmalarında çok da çevre kirliliğinden ya da görüntü kirliliğinden söz etmemiz mümkün değildir. Gecekondu dediğimiz müstakil yapılar ailelerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere hızlı ve acele yaptığı binalar olarak değerlendiriliyor. Ancak bu yapılara insanların yaşam alanını nasıl yapılandırdığı ve nasıl anlamlandırdığı üzerinden bakmak gerekiyor. Sürekli ötelenen hatta göz önünde bulundurulması konusunda sıkıntıların yaşandığı bir konudur, insanlar ve yaşadıkları çevrenin birlikte değerlendirilmesi. Yani mekanı kendi bağlamı içinde değerlendirmiyoruz eskisi gibi. Ev artık insan için yaşamsal bir alan olmaktan ziyade geceyi geçirmek için kullandığımız bir yapı haline dönüştü. Oysa ki önceden sürekli arayış içinde olan “insan” keşfetme arzusu ile yeni yerler, yeni malzemeler ve yeni yapılarla tanıştırmadılar mı bizleri?
Ev ve İnsanın Bağlamsal İlişkileri
Müstakil ev inşaatında aile barınacağı evin temellerini atmadan önce mutlaka bir ağaç diker. (Bu dikilen ağaç birçok anlam taşır. “Eski Türklerde hayatı, ölümsüzlüğü, yer üstü, yer altı ve gökyüzünü birbirine bağlayan bir simge”, “Tanrıyla iletişim aracı”, “Şeytan ya da kötü ruhları kovma törenlerinde kullanılan önemli bir semboldür.) Günümüzde evin bahçesine ölen kişinin anısına defin işlemleri ardından dikilen ağaçlar hem bir sınırı temsil eder hem de var olan sınırın ihlal edilebileceği gerçeğini içinde barındırır. Nitekim ağaç dikmeden bir ev inşasına başlamazdı insanlar. Yani aile içinde yaşayacağı çevreyi güzelleştirme ve anlamlandırma çabası içine girerdi. Evin herhangi bir planı yoktur. “Müteahhit”i ,iç dekorasyonunu yapacak İç mimar, Çevre düzenlemesi yapacak Çevre mühendisi yoktur. Tam olarak bireyin kendi vardır. Birey kendi yaşam alanını, (barınacağı evin içini, dışını, çevresini) kendi tasarlar ve kendi yaratırdı. Yani başka bir düşünce ya da sistem müdahale etmezdi. İş makineleri girmez, kendi elleri ile bizzat örerlerdi ilmek ilmek…Anlatmak istediğim şu tam olarak; aile inşaat işlemleri sırasında ani ve tam kararlar vererek kendi hayal dünyasına göre şekillendirirdi içinde yaşayacağı yuvasını. Kendi evinin mimarı, mühendisiydi. Malzeme tam değildi hiçbir zaman. Ellerinde var olan ya da doğadan elde ettikleri bir takım malzemeleri değerlendirirlerdi. “Geri dönüşüm” yuvası gibi bir nevi. Yani ev nefes alır ve nefes verirdi. İçinde yaşayacağı canlıyı kendine dahil eder. Kendini de insanlara dahil olmaya mecbur bırakırdı.
Ev doğanın içerisinde değişir ve gelişirdi. Çevreyle iletişim kurar ve çevreyle sürekli etkileşim halindeydi.
Peki ya şimdi?