Kişisel yoğunluğum nedeniyle yaklaşık bir aydır boş bıraktım köşemi… İşin doğrusunu söylemek gerekirse yazacak çok şeyim de birikmedi, memleket yuvarlandığı çukurda,dibin de dibini bulmak için paraşütsüz inişe devam etti bu bir ayda da… İşin kötüsü,geleceğin ışıltısı, şu zifiri karanlıkta, bir kibrit çakımı kadar da olsa yüzünü göstermedi…Kötü bir dünyanın, kötülükler toplumuna dönüşmüş bir ülkesinde yaşıyoruz artık, hırslarımıza sonuna kadar teslim olduk hepimiz... İnsani incelikleri, alçak gönüllü olmayı, başkasıyla empati kurmayı, paylaşmayı, dayanışmayı, karşılıksız sevmeyi çoktan unuttuk. Akıl almaz bir Vandallık hakim oldu her şeyimize… Yazarken utanıyorum, kendimizden olmayanlarıngözyaşları bayramımız olurken, başkalarının acılarından haz duyuyoruz…
 
Yüzsüzlük bir yaşam biçimi oldu ülkemizde… “Sizden öğrenecek değiliz” babalanmasıyla meydanları inleten şahıs başta olmak üzere “yanılmaz güç” iddiasındayız her birimiz… Hangi kötü sonucu doğurursa doğursun yaptığımız hiçbir şeyden, söylediğimiz hiçbir sözden pişmanlık duymuyor, başkalarının hayatını ne kadar zehir edersek o kadar başarılı sayıyoruz kendimizi… Bildiğimiz yanıldığımıza yetmiyor oysa… Ezber cümlelerle ahkâm kesip, ruhumuzu teslim ettiğimiz önderlerin akla zarar cümleleriyle yönümüzü tayin ediyoruz... Dünyevi hırslarımız, her şeyin önünde artık… Gözümüz öylesine dönmüş ki, gelen ölüm haberlerini maç skoru gibi kodluyoruz hafızamıza… “Bir bizden, üç onlardan acımasızlığı” yaşamımızı belirleyen temel güdü haline geliyor.
 
İYİ OLMANIN APTALLIKLA EŞİT OLDUĞUNU ANLATIYORUZ ÇOCUKLARIMIZA
Kendimizi dünyanın merkezine koyduğumuz için, her şey bize göre biçimlensin istiyoruz; içinde bulunduğumuz ruh hali, sözcüğün tam anlamıyla, faşizme karşılık geliyor bu yüzden… Herkes bizim gibi düşünmeli, bizim gibi yaşamalı, bizim penceremizden bakmalı hayata... Toplumsal ilişkiler bizim normlarımıza göre belirlenmeli; ne ayıp, ne değil; ne doğru, ne yanlış; ne sevap, ne günah bize göre şekillenmeli… Tarihte de hep biz haklıydık zaten, hep mağdur, mazlum, hakkı yenmiş olandık… Biz fetih için sefere çıkan aslan yüreklilerken, başkaları, istilaya doymayan zorbalardı… Ne hikmetse,  hep öldürülürken, tarihin her aşamasında, dünyanın her kıtasında nefsi müdafaa halineydik bizse…
 
Nefes nefese bir koşu içindeyiz insani olmayan duygulara doğru; en başarılı bizim çocuklarımız olmalı, en çok parayı biz kazanmalı, en çok mülkü biz edinmeliyiz… Bir yetmez, birkaç evimiz bulunmalı ülkenin dört köşesinde; birkaç bankada hesabımız, borsada bolca senetlerimiz olmalı… Yoksa,ulaşmalıyız mutlaka, hayatımızın tek amacı bu çünkü… İnsanı, insanın kurdu saymaya başladığımızdan beri, iyi olmanın aptallıkla eşit olduğunu anlatıyoruz çocuklarımıza, saflığın, temizliğin geçer akçe olmadığından dem vuruyoruz… Paylaşmayı, yardımlaşmayı, dostlaşmayı yasakladığımız gibi, “Sana bir yapana sen bin yap” diyerek, iyilikte değil kötülükte yarışmasını öğütlüyoruz onlara.
 
ALLAH’A İNANCI TAM, ONUN YARATTIĞI DOĞAYA DÜŞMAN
Başarıya giden her yolu mubah saymakla kalmıyor, en yakınımızdakini ezip geçen gözü dönmüşlüğühayat düsturu olarak görüyoruz. İmanımız çok diri, Allah’a inancımız tam ama onun yarattığı doğaya düşmanız tümüyle… İnsanların ürettiği mülklerden ne kadar çok elde edersek o kadar varsıl sayıyoruz kendimizi; en büyük varsıllık, bitip tükenmek bilmeyen hazine olarak önümüze uzanan doğave özünü yitirmemiş insan oysa… Kirlenmemiş denizi, bozulmamış doğayı, kuş seslerinin verdiği huzuru, milyon dolarlar harcayarak geri getiremeyeceğimizi bildiğimiz halde, büyük bir hırsla yok ediyoruz yine de… Oksijeni ne kadar azaltır, ağaçları ne kadar keser, toprağı ne kadar betonlaştırır, denizi ne kadar griye boyarsak o kadar başarılı sayıyoruz kendimizi… O rakamlar borsayı o kadar çok yükseltiyor çünkü…
 
Yalnızca doğaya değil, kendimizden başka tüm tür ve canlılara da düşmanız… “Evcil” ya da “yabanıl” diye baştan kategorize ettiğimiz hayvanları bizleri beslediği, tüylerine dokunduğumuzda içimize verdikleri huzur kadar seviyoruz yalnızca… En küçük nazını, kokusunu, sesini çekemiyoruz onların, korkularını paylaşmıyor, acılarını dindirmeye çalışmıyoruz… Kendimizi o kadar seviyoruz ki, bertaraf etmek zorunda olduğumuz atıkları, onları beslemek için kullandığımızda bile gurur duyuyoruz kendimizle… Sonra da süslenip, püslenip “insanız” diye salınıyoruz ortalıkta… “Bu nasıl insanlık” diye hiç sormuyoruz kendimize… Tam da öğretildiği gibi, sahip olduğumuz dünya malı kadar mutlu mesut yaşıyoruz hanelerimizde… Birileri fırsatı kaçırmıyor elbette, tiranlık kuruyor bu saadetimizin üzerine… Onlar her türlü zulmü birilerine reva görürken, biz, sanki sıra bize gelmeyecekmiş gibi alkış tutuyoruz zalimlere…