”Derdini söylemeyen derman bulamaz” mış… 

Derdiniz mi var, derman mı arıyorsunuz, derdinize çare bulsunlar mı istiyorsunuz, aman ha, sakın söylemeyin derdinizi kimseye sakın. Kaybetmeyin cesaretinizi, ben yetemedim de kendime, ben çıkamadım da işin içinden gibi ağlak ağlak ifadeleri hele ki hiç kullanmayın… Sizde olmadığınızı düşündüğünüz o derman var ya, sizde olmadığını düşündüğünüz o çözüm yolu var ya, sizde eksik olduğunu düşündüğünüz o güç var ya “ ahan da şuraya yazıyorum” zaten sizden başka kimsede de yok, bunu böyle bilesiniz. Güvenin kendinize içiniz rahat olsun, düşe kalka neler öğretiyor hayat neler. 

İnsanoğlu bu, darada düşer, zora da, bir elin nesi, iki elin sesi de olsun ister, ister yani.. Dememek, istememek lazımmış, hele ki bu “ahir zaman” dedikleri bu zamanda hiç dememek lazımmış. 

Pusuya yatıyor düşman ve bekliyor tuzağa ne zaman düşeceğini. En zayıf anında da atıyor pençesini. Bir kılıf bulunuyor mutlaka, mazereti çok oluyor arsızın yüzsüzün. Mevzu derin yani öyleyse yeter bu kadar, boğulmadan koyalım noktayı… 

HİCİV SANATI 

“Bir kimseyi bir nesneyi ya da bir yeri bir inancı ya da düşünüş biçimini yermek, toplumun ya da düzenin aksayan kusurlu yanlarını, iğneleyici alaycı bir dille eleştirmektir.” Türk dil kurumu sözlüğünde de buna yakın ifadelerle tanımlanır. Söylendiği gibi tarihler boyunca, eleştiri, taşlama gibi ince ince bam teline dokunan eleştirisel serzenişler, bir sanat olarak kabul edilmiştir. Hoşgörünün yıllar ötesinde atalarımızdan gelen bir gelenek olduğunu öğrenmek güzel doğrusu, her ne kadar günümüze kadar gelemese de hoşgörü, var olduğuna bel bağlamak da güzel. Hoş görünün de bir soyağacı olsaymış keşke! 

Eleştirilmek, eleştirilere göğüs gerebilmek her babayiğidin harcı değilmiş. Dört dörtlük olduğunu zannetmek ise ince bir hastalık gibi zuhur ediyor bedende, ileri bir aşaması da beyne sıçrıyor ne yazık ki. İşte bu hastalıklı haliyle insanlığa reçete yazmaya çalışıldığında ise toplumun içine kadar sirayet ediyor hastalık. Sonrası mı tedaviden yoksun melül melül bakıyoruz birbirimizin yüzüne. Dert denilen illet dermanını arar elbet, neyi dert edindiğimiz o kadar çok önemli ki burada. Dermansızından korusun bizi yaratan, muhtaç etmesin itine falan işte. 

Gel de sen şimdi Nasrettin hocayı anma bakalım. Gel de onun o ters köşe hicivlerini kulağına küpe yapma bakalım, kavuk yıllarca düşmediyse hocanın başından boşuna değildir. Anlatmaktan dilinde tüy bittiği ters köşe dil çarpmaları ne kadar yerinde ve kıymetliymiş meğer.  Eşeğinin üzerinden ne hicivler yaptı hoca, eşek dedik küçümsedik. Ne dersler verdi anlayana, işimize gelmediyse, dikkate almadıysak bu bizim ayıbımız. Al işte şimdi çatır çatır ödüyoruz bedelini. Nasrettin hoca kültüründen yola çıkarak çıkınını doldura doldura Hiciv sanatında çok büyük ustalar, çok büyük deneyimler  bıraktıysa da  arşivlere, o küçümsediğimiz eşeğin üstünden düşecekmişsin bir iki yere.. Hoş onları da tam manasıyla anlamamışız anlayamamışız. Aziz Nesin anlattı yıllarca hiciv sanatının kendine çarpan görüntüsünden hayatı. Yüzdeler verdi üstüne basa basa. Sonunda oda çırpındığıyla kaldı, onunda bitti dilinde tüy. Yazdılar çizdiler şiire döktüler satırlara nakşettiler. Neyzen Tevfik çekti isyan bayrağını dilini kalemini daldırdı öfkeye. Argonun dibine vurdu sözcükleri yine bizde tık yok. Hadi eskilerdeydi onlar bizim kuşağın hiciv ustalarından gel de Levent Kırca da durma bakalım. Yeri bu kadar mı denk gelir satırlara. Şu içinde yaşadığımız zamanı “ahir zamanı” ne güzel hiciv ederdin ne güzel dokundururdun ince ince usta. Seni de duymuş görmüş olmamıza rağmen anlayamamışız. 

“Olacak o kadar” dediğin için oldurdularsa da şayet, bak usta, vebali üstüne kalır bunun.  Derman bulmak için kazara niyet edip koyulsan yola çalsan bir iki kapı can havliyle itler pusuda. Anlayacağın usta, bugünün de derman piyasası aynı bildiğin karaborsa. Kulağa kar suyu kaçırabilmek için ne kadar çaba sarf ettiğin de unutuldu gitti diğerleri gibi zaten, senin deyiminle  elde var sıfır yani.. Hoş kulaklarımızda kulak değilmiş ya, af fola, bir taraftan girip diğer tarafından çıkıvermiş sözcükler. Kalanlarla bir iki kelam edelim diyorsun o da nafile.  Tam yerine denk geliyor manzara muhabbeti de aynı usta.  Bu kadarı da kalsın artık kulağımızda değil mi, ayıp yani. 

LAĞIM ÇUKURU VE KURBAĞALAR 

Bir şatonun (!) lağım çukurunda Kurbağalar arasında isyan çıkmış. Şatonun büyüsünden olsa gerek kurbağalar dev aynasında görmeye başlamışlar kendilerini. Çok geçmeden de kendi aralarında lider olma savaşı için kazan kaldırmış kurbağalar. Onları sakinleştirebilmek ne mümkün! İçlerinden biri yarışalım demiş, kim birinci olursa lağım çukurunun lideri o olsun. Bu öneri diğerlerinin de aklına yatmış. Bir gözetmen belirlenmiş ve onun komutuyla hep birlikte kurbağalar yarışmak için lağım çukurunun içine atlamış finişe doğru yüzüyorlarmış. Mesafe uzun, kurbağalar meraklı, ara sıra kafalarını lağımın içinden kaldırıp arkalarındaki rakiplerin ne durumda olduklarına bakıyorlarmış. İçlerinden bir tanesi lağım çukuruna daldırdığı gibi başını soluğu finiş çizgisinde almış. Can havliyle çıkmış en tepeye coşkusundan vırak vırak avazının çıktığı kadar bağırıyormuş. 

Gözetmen hakkını vermiş ve onun lider olduğunu ilan etmiş. Yarışı gerilerde bitiren ve lağım çukurunun içinde nefes nefese kalan bir diğer kurbağa seslenmiş. Ne var bu kadar sevinecek, lağım çukurunda olduktan sonra, birinci olmanın ne önemi var ki demiş. Lider kurbağa seslenmiş yukardan, ben lağım çukurunun dışına çıktım, sen hala içindesin demiş!!! 

Kurbağanın aklı işte ne yapacaksın…