Genel olarak okumayı, araştırmayı, incelemeyi, sorgulamayı sevmeyen özellikle dini konularda daha çok dinlemeyi, kafa sallamayı, ve teslim olmayı seven bir toplumuz. Dini tüm bilgileri geleneksel olarak hocadan, hacıdan, molladan, ağabeyden, şeyhten, alimden, son zamanlardan prof.lardan alıyoruz. Din adına öğretilen bilgi kaynakları ise ilmihal, rivayet, fıkıh, siyer, peygamberler tarihi, İslam tarihi ve peygamberimizin hayatını anlatan kitaplardır. Bu bilgileri bizlere ulaştıran hocalarımız, ağabeylerimiz, alimlerimiz, şeyhlerimiz, ulemalarımız, mollalarımız kesinlikle eleştirilemez;  söyledikleri ve bize ulaştırdıkları bilgilerin kesin doğru olduğu kanısı hakim olduğu için de sorgulanamaz.

 

Hâlbuki Kuran, neredeyse her sayfasında “Akletmiyormusunuz?” vurgusunu yapmaktadır. Yüce kitapta yüzlerce  “Akletmiyormusunuz?” hitabı geçmektedir. O zaman bu kitap önce kendisinin okunup düşünülmesini, incelenip araştırılmasını ve sorgulanmasını istemektedir.

 

Buna rağmen geleneksel anlayışımızda felsefe yasaklanmıştır. Hâlbuki felsefe bir ilimdir ve her ilim de Kuran’a ışık tutar ve onun aydınlanarak anlaşılmasına yardımcı olur. İslam’ın anlaşılması için olmazsa olmazları Kuran, akıl ve ilimdir. İslam muhatabını kula kul olmaktan alıkoyup göklerde ve yerde tek yetki sahibi olan Allah’a kulluğa davet eder. İnsanı özgür bırakır, çünkü İslam’da zorlam yoktur.

 

Ancak tarihler boyu dine zarar verenler siyasi iktidarlar ve kendi taraftarlarıdır. Kuran, Allah tarafından Muhammed Peygamber’e indirildiğine ve onun içerisinde hiçbir kuşku bulunmadığına inanıp iman etmişlerdir. Yine tüm Müslümanlar, Kuran’ın tek kaynak olduğu konusunda hiçbir zaman ihtilafa ve ayrılığa da düşmemişlerdir. Kuran’ın iman edilecek tek kaynak olduğu konusunda hiçbir şüphe oluşmamıştır.

 

Ancak Müslümanlar, 1400 yıldır kendi ellerinde bulunan Kuran’ı araştırıp, soruşturmaya da incelemeye de gerek duymadı. Onu bir kenara bırakıp, Peygamber’in vefatından yaklaşık 200 yıl sonra uydurulan rivayetlere yöneldi. Bunlar “falanca dedi”, “filanca söyledi”, “babası rivayet etti”, “onun babası şöyle buyurdu”, “onun da babası ona şöyle dedi” şeklindeki tezviratlara dayalıydı… Uydurulmuş dedikodu mahiyetindeki sözlerle Muhammed Peygamber’in hayatını anlatan kitaplar yazıldı. Onu yüceltip, olağanüstü mucizeler yükleyerek göklerde gezen yarı ilah konumuna yükselten rivayetçiler onu hayatın can damarından dışladı. Bu kitaplarda bırakın onu tanıyıp anlamayı, hayatı ve yaşadığı dönemin koşullarıyla ilgili doğru dürüst bilgi almak bile mümkün değildi.

 

Yıllar önce Muhammed Peygamber’in hayatını yazmak istedim. Bu isteğim bazı nedenlerden dolayı gerçekleşemedi. Şimdi düşünüyorum da iyi ki de gerçekleşmemiş. Çünkü o yıllarda düşüncelerim başka idi ve yazacağım kitap da rivayet ağırlıklı olacaktı. Dolayısıyla diğer kitaplardan bir farkı olmayacağından basit bir tekrardan öteye geçmeyecekti. Yıllar sonra Allah’ın ayetleri ile bir kitap yazmayı düşündüm. Geçen ramazan da çalışmasına başladım ve bu ramazanda da bu yazıları bir bölümünü köşeme taşıdım. Çalışma devam ettiği sürece köşemde siz değerli okurlarla paylaşacağım.

 

Bu girizgahtan sonra bu yazıyı yazma nedenime dönelim. Geçtiğimiz ramazanda Muhammed Peygamber hakkındaki yazılarıma yorum yolu ile sorulan soruları cevaplandırmak istiyorum. Ancak daha önce yazılarımı hatırlatmak için özet niteliğinde bilgi vereyim. O yazılarda, Peygamber’i rivayetlerle anlatan tüm düşünceleri eleştirip Kuran’dan örnekler verdim. Bu kitaplarda anlatılan ve Peygamber’i Burak denen bir araca bindirip bir anda Kudüs’e getirip hemen Kabe'ye döndüren rivayetleri akla aykırı bulduğumu yazdım. Bir peygamber’i Allah ile buluşmak ve vahiy almak için göklere çıkaran, yüz yüze konuşturan rivayetlere karşı çıktım. Yetinmedim parmağı ile gökleri ve ayı ikiye bölen insanüstü mucizelerin olanaksızlığını anlattım. Allah’ın âlemi onun yüzü suyu hürmetine yarattığı gibi pek çok hurafenin uydurma olduğunu iddia ettim. Çünkü çok iyi biliyordum ki, İslam dininde, zanna, dedikoduya, hurafeye, bidate, akılsızlığa, ilimsizliğe, fikirsizliğe yer yoktur. Tam da bu nedenle bu hurafeler kabul edilemez.

 

Şimdi yorumları beraber okuyalım. Ben neyi anlatıyorum, yorumcu ne anlıyor, birlikte anlamaya çalışalım: Yazımıza yorum yapan Musa adlı bir kişi  Hemşerim sen peygamber efendimizi film artisti mi zannediyorsun?” diyor. Musa kardeşim,  benim yazılarım internette kayıt altında duruyor. Bu yazılarımı okuyan biri kendini ne kadar zorlasa da sizin ulaştığınız yorumu çıkarması mümkün olamaz. Siz nasıl bu manaya ulaştınız, hayret doğrusu. Çünkü ben yazılarımda herkes gibi halk arasında yaşayan hiçbir özelliğe sahip olmayan, gece yürüyüp giden, ticaret yapa,n doğru ve dürüst bir peygamberden bahsetmekteyim Siz bana “Peygamberi artist mi sanıyorsunuz”  demektesiniz,

Anlaşılmaktadır ki benim yazılarımı okumuşsunuz. Ancak manayı anlamayıp, atacağınız hedefi ıskalamışsınız. Bu yorumunuz ile siz beni değil farkında olmadan benim eleştirdiğim rivayetçileri eleştirmektesiniz. Çünkü Peygamber’i kim uçurup kaçırıyorsa bu yazılarım da onlara karşı yazılmıştır. Anlamamak için insan ön yargılı olmak gerekir. Önyargı insanı kör ederken, önbilgi insanı bilginin tamamına ulaştırır ve onu işin ehli, hatta alimi yapar. Öyle anlaşılıyor ki bu yargınız yüzünden ayı gösteren parmağa bakmaktasınız. Bana atıfta bulunduğunuz sözlerin benimle hiç ilgisi, en küçük bağlantısı yoktur. Benim inanç ve ahlakım ona müsaade etmez ayrıca.

 

İkinci yorum Şahin adlı okurdan: “Peygamber deyip duruyorsun. Ne (hz), ne (sav) ne de peygamber efendimiz diyorsun. Bir valiye bile ‘sayın valim’ diye hitap ederken, sen neyin kafasını yaşıyorsun.” Değerli okuyucu sizin sorduğunuz Hz, s.a.v. ve efendi kelimeleri birer Arapça kelimedir. Arpça bir kelime olan Hz, Türkçede sayın anlamına gelmektedir. Bu nedenle de yaşayan bir kişiye sayın ya da Hz denilebilir. Ancak hayattan göç etmiş bir insana “Sayın valim” ya da “Hz.” diye hitap edilmeyeceği açıktır. Hayatta yaşayan Türkçe konuşan ve Türkçe anlayan bir toplumda “Sayın vali”  demeniz, Arapça konuşup Arapça anlayan bir toplumda da bir valiye “Hz.” demekten daha doğal ne olabilir ki!.

 

Ve yine yorumunuzda diyorsunuz ki “Peygamber için neden s.a.v demiyorsunuz?” S.a.v kelimesi de Arapça bir kelimedir, manası ise; “Muhammed Peygamber’in yaptıklarının arkasında destek olmaktayım” şeklindedir. “Onun hayattayken uyguladığı Kuran’ın arkasındayım, onun destekçisiyim demek istenmektedir. Yoksa bin tane s.a.v deyip, adını zikrederek sevap kazanmak mümkün değildir. Peygamber vefat ettiğine göre bu sözcüğü yinelemenin de bir anlamı yoktur.

 

Son sorunuz da, “Peygambere neden efendim demiyorsunuz.” Bunun da bir Arapça kelime olduğunu da vurgulamıştık. Bu “Efendi” kelimesi Allah’a ait bir sıfattır ve insanlar için kullanılmaz. Sorularınızdan sonra hızınızı alamayıp “sen neyin kafasını yaşıyorsun” demektesiniz. Buna Ali Şeriati’nin bir sözüyle yanıt vermeyi uygun gördüm. “Sizi rahatsız etmeye geldim.” Yani insan kafa konforunu bozmaz ise din adına söylenenlere her zaman kafa sallayacaktır. Ben bu zamanıma kadar okuyup araştırdığım ve anladığım şeyi söyleyeyim: Allah’ın indirdiği din başka, insanların uydurduğu din başkadır.

 

“Ey iman etmiş kimseler! Eğer hak yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse hemen araştırın / tespit edin. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız / zarar getirirsiniz de yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz”. (Huccurat 6)