Bazen yeis bir şekilde kalıyorum. Nefesim yetmiyor ama yine de bu ‘Mahirleri’ hatırlamama engel olmuyor. Sokaklarda avare avere dolaşıyor olmam kemiklerimi ağrısını dindireceği anlamına gelmez. Bugün yeni birinin hayatını öğrendim. Zazaca ağıtlar söyleniyordu ve o sırada ‘Memleket’ darbe girişimi ile uğraşıyordu. Ben bu kentten gitmek için yine kendimi kandırmaya çalışırken sen geliyorsun aklıma. “Köyüne kaçtı, korkak herif” dediğin cümlen, içimde daha büyük bir darbe yapıyordu ve bu girişim pekte başarısız sayılmazdı. Memleketin derdi karmakarışık saçlarım ve goy-goyculuğumken o esnada sürekli birileri adliyeye ve oradan da cezaevine gönderiliyordu. Bense; kim?, ne?, niye?, diye düşünmekten başka daha ne kadar bira içme olasılığım var diye düşünüyordum???? Ağlıyordum ve düşmana inat ve bu sefer sinematografik olmasına engel değildi. Çocuk gibi, çocuk gibi, çocuk gibi. Ellerini düşünüyordum ve kavuşmamız için avaz avaz bağırıyordu, trapez ve halatlar. O esnada orospular ve gazeteciler giremez yazısı beliriyordu kapının en girişinde…
İnsanı, yine sorgularken tanklar geçiyordu üstümden. Bu ülkeden daha güzel bir sıfat bilmiyordum. Zaten çok kırılmış bir kızsın. Kız dediğim için kızma. Feministleri sevmediğimi bilirsin. Elinin içinden öpüyorum bundan dolayı devrimim tamamlanıyor.Gözlüklerini toplum içinde çıkarma, o zaman soyutlanırız ve solculuk hastalığımdır seni memleketim gibi sevmem. “İnsan vicdanına koz vermemelidir” diyorum ve gülümsüyorsun. Yine son sigaram kalmıştı. Koduğumun kentinde, bu saatte açık tekel bayi bulmak memlekette dürüst siyasetçi bulmaktan daha zordu. O an yüksek bir sesle “Öğrenciler savaşlara karşı çıkın yoksa tarih kitapları kalınlaşacak” cümlesi fırlamıştı. Resmi anlamda öğrenci olmamam bunda çok etkili olduğunu dergilerden öğrenmiştim. Bazen çok korkuyorum ama bu çocukları sevmemi açıklamama mani olmuyordu. De ki bunun kemiklerimin ağrıması ile alakası yoktur. Odam yine dağılmış ve perdelerim bundan dolayı çok şikayetçi. Geldiklerini duyar gibiyim. Liverpool’dan geliyorlar, Şam’dan geliyorlar, New Orleans’tan geliyorlar ve en önemlisi Dersim’den geliyorlar…Nasıl savacağız? Vardır senin kesin gündem analizin. Ne yani şimdi oturacağız ve darbe sonrasını gündemi mi tartışacağız? O zaman söyle diyeyim ben sana artık çözüm falan kalmadı. Oğuzhan Ağabey bile tıkanmışken benim nasıl bir analizim olabilir ki? Ne yani yaşlılar gibi ağız ishali mi olalım? Çözüm aslında basit. Konuşturma beni şimdi… Zaten mücadeleden tasfiye edilme isteğinde bulunulmuş ve bir de apolitik bir genç damgası yediğimi anlattırma şimdi. Keşke bir vesile olsa da çayın yanında dinlesem seni...
Siz hiç lisede konuşmayan, arka sırada oturan bizim için Vahip, sizin için bilmem ne olan o kişiyi durduk yere hatırladınız mı? Taşranın en derinliklerinde gençliğimi çürütüyordum. Ne zaman akşam olsa yine kaçıyordum en aydınlık beyaz sayfalara ve ömrüm geçmeye devam ederken ben yine son sigaramı içmekte tereddüt ediyordum. Kelimelerim yağmalanıyordu ve dizlerim titremekten yorgun düşüyordu. Artık dizlerimin titremesi insanların dikkatini çekmeye başlarken, karmakarışık saçlarıma elimi daldırıyordum. Biliyordum her elimi attığımda biraz daha masumlaşıyordum ve karaciğerimi içki masalarında meze olarak bırakıyordum. Gözlerin geliyordu aklıma ve ben o çerçeveleri çıkartmandan korkuyordum. Gözlerine hapsolmak nasıl bir kemik ağrısı olduğunu anlatama mı bekleme… Bakışların, gizli kalan tüm mimiklerim ardına işlemişti ve o yüzdendir donuk ve boş bakmalarım. İçiyordum ve yine en çok kendime küfür ediyordum. Umudum, tükenmekten ve yeniden umutlanmaktan dolayı terliyordum. Çıplak kalıyordum her umudum artığında. Yine geliyordu; gözlerin ve çerçeveleri… Çıplak kalıyordum ve yine terliyordum. Karanlıkla olan derdimi senin dışında kimseye bahsedememişken son sigaramı içme kararı veriyordum. Sayfalarımı beğenmeyip çöp yaparken güzel olanları, fotoğrafının olduğu zulama saklıyordum ve şimdi siyah pantolonumun üstüne ne giysem uyuyor gibiydi… Umutsuzluğa Alışmayın.