Çocukluk ve gençliğimi zifiri karanlık bir geceye benzetirim. 1968'de doğdum. Anam ve babam okur - yazar değildi. Köyde elektrik bile yoktu. 50 evin bulunduğu küçük dünyada taş devri koşulları hakimdi.
1978'de köye elektrik geldi. Ama sadece odalardaki lambalar elektrikle çalışıyordu. Başka da hiç bir şey yok. Kitap, gazete, dergi ara ki bulasın.
TRT'nin cızırtılı uzun dalga vasat yayınları. Avare oyalayıcı içi boş arkası yarınlar. Haberlerde hep cinayetler, kavgalar, çatışmalar.
Köyün her yanı kanalizasyon. Sağlıklı içme suyu bile yok. Sokaklar çamur içinde. Hayvanlar alt katta, insanlar üst katta yaşıyor.
Hele kışları hiç çekilmiyor. Kemalettin Tuğcu, Mahmut Makal hikayeleri bizimkinin yanında Paris gibi kalır.
O kötü, soğuk, kavruk koşullarda insanlar nasıl yaşayabiliyordu hala havsalam almıyor.
İnsanlar bir hastalığı yakalandığında ya imama okutmaya gidiyordu ya da atadan dededen kalma yöntemlerle tıbbi yöntemler deniyordu.
10 yaşıma kadar bir çok dişim çürüdü. Hepsi de geceler boyu uyutmadı, ağrıdı durdu. Ağrılar iyice çekilmez olunca köyün kalın camlı, kara gözlüklü Mahmut Dedesi kerpetenle cart diye söküp alırdı dişlerimi.
Köyde en çok kabak yenirdi. Lakabımız da kabakçılar köyü idi zaten. O kabakların köhne, anlamsız, boş, naif olmayan kokusu hala belleğimde. Ne itici bir kokudur…
Bazıları köyde yaşamak iyidir, hoştur dedikçe hep 70'lerin kara, kuru, tatsız günleri gözümde canlanır. Nesi güzel köylerin derim kendi kendime...
O ilkel yılların geçtiği köyümü her yıl bir iki kez ziyaret ederim. Bir ölen olunca... Onun dışında köyden beni çeken bir şey yok artık.
Köye ayak bastığımda tüm hücrelerimde bir enerji sıçraması olur. Koşturduğum çayırlardaki otlara basınca elektrik çarpmış gibi olurum.
Köyümüz bitti. Artık 10-20 ihtiyar insan ölümü bekliyor orada. Kimse kalmadı o köhne köyde... Sadece bizim köy değil. Her yer boşaldı. Herkes metropol dedikleri kocaman köylere taşındı.
Lafı çok uzattım yine. Elektriksiz geçen yıllarda köyümüz pek iticiydi. O yıllar kapkara belleğimde durur.