ZONGULDAK KENTİNİN GENÇ YAŞTA YİTİRDİĞİ

BİR ŞAİR-YAZAR:“KEMÂL ULUSER”

 

 

       Doğu Karaoğuz

 

Ülkemizin “Aydınlanma Dönemi” dediğimiz 1930’lu ve 40’lı yıllarında, Zonguldak kentinde birer yıldız gibi parlayan ve ilerde onurla anılacak olan, şair ve yazar üç can arkadaş ortaya çıktı: “Rüştü Onur”, “Muzaffer Tayyip Uslu” ve “Kemâl Uluser”.Çok erken yaşlarda yitirdiğimiz bu üç genç, sanki bunu biliyormuşcasına, kısa süren yaşamlarında birbirinden güzel eserler vererek ayrıldılar bu dünyadan.

 

Rüştü ve Muzaffer için çok şeyler yazıldı bugüne kadar; ama Kemâl sanki biraz geri plânda bırakılmış gibiydi. Bu nedenle, bu yazımda, “Halkın Sesi” okurlarına, okumak için Atatürk’e mektup yazıp, onun irâdesiyle liseyi bitiren bu Cumhuriyet gencini, kendisini Türk ulusunun bir eri olarak görüp“Uluser” soyadını alan “Kemâl Uluser”i  tanıtmak, onun trajik yaşam öyküsünü anlatmak istiyorum.

 

Sözlerime, 1940’lı ve 50’li yılların ünlü yazarı ve edebiyat eleştirmeni Nurullah Ataç’ın(1898-1957),8 Kasım 1944 tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde yayımlanan ve Kemâl Uluser’in yazın hayatımızdaki değerini belirleyen şu sözleriyle başlamak isterim:

 

“Kemâl Uluser, benim yıllardan sonra belki de durup kalmak üzere vardığım yerden başlamıştı. Ona, beni hemen aşacak, benim elimden gelmeyeni başarabilecek bir genç diye bakıyordum.”

 

O yılların yazarlarının, Nurullah Ataç’ın eleştirilerinden çekindikleri bir dönemde, Ataç’ın, Kemâl’i bu derece övmesi, hatta “Ona, beni hemen aşacak bir genç olarak bakıyordum”demesi, Kemâl’in nasıl bir kalem ustası olduğunu belirtmek için fazlasıyla yeterlidir sanıyorum.

 

       Kemâl’in babası bir Kastamonuluydu. Kastamonu’nun Sepetçioğlu köyünden Mustafa. Annesi ise, Amasralıydı. Amasra’nın Eyüceoğullarıailesinden, herkesin “Ürgana” diye çağırdığı Rukiye Hanım’ınkızı Fatma Sabriye. Bu iki genç nasıl oldu da biraraya geldi ve Kemâl dünyaya gözlerini açtı? Şimdi onu anlatalım:

Geçen  yüzyılın  başları… Osmanlı’nın  hem  ekonomik,  hem  de  askerî yönden

çökmekte olduğu yıllar… Balkan devletleri azmış, koca Osmanlı zor durumda. Balkan

savaşları ha patladı, ha patlamak üzere. Böyle bir durumda, o devletin bireyleri ne yapar, tabii yoksullukla boğuşur. Sepetçioğlu köyündeki Mustafa da, bakıyor askerlik çağı gelmiş, bu yoksul yaşamdan kurtuluşu askere gitmekte buluyor. Yazılmasa, zâten zorla alacaklar, gidip gönüllü olarak askere yazılıyor.

 

Osmanlı’nın yedi düvelle kapışacağı kanlı savaşlar kapıda onları beklerken, Mustafa bir yerde şanslıymış ki onu bahriyeli (denizci) yapıyorlar. Uzun bir askerlik devresinden sonra terhis günleri yaklaşırken, eski yoksul yaşamına dönmek istemeyen Mustafa’ya, Bartınlı bir arkadaşı, “Bizim ollara gel, sana bir iş buluruk, olmazsa ocaklarda çalışırsıy” diyor. Köyüne döndüğünde, anasını, babasını da yitiren Mustafa, sonunda çâresizlik içinde Bartın’a gidiyor; arkadaşı, ona  Amasra’daki bir fırında çıraklık işi buluyor.

 

 

1954 yılında Amasra, önde Küçük Liman, arkada Büyük Liman.

 

 

1954 yılında çekilen bu resmin en sağında, Kemâl Uluser’in doğduğu üç katlı ahşap ev,    ortada Edhem Ağa Konağı ve en solda, inşaat hâlindeki Canlı Balık Lokantası.

Günler geçiyor, fırıncı çırağı Mustafa, çalıştığı fırının yakınındaki bir evin kızı Fatma’ya âşık oluyor, evleniyorlar. 1915 yılı, tüm dünyanın ve Osmanlı’nın kanlı savaşlar yaşadığı o yıl, Mustafa ile Fatma’nın en mutlu yılları oluyor: Bir oğulları doğuyor, adını Kemâlkoyuyorlar.

 

       Amasra ve çevresinde, o yıllarda daha çok Rumların ve Ermenilerin işlettiği maden ocakları vardır. Mustafa ile Fatma’nın evleri, Küçük Liman kıyısında, bahçe içinde, dededen kalma üç katlı, ahşap bir evdir. Bu evin çok yakınında, tarihî kayıtlara, “Amasra’nın ilk Müslüman madencisi” olarak adını yazdıran Edhem Ağaoturmaktadır. Mustafa, zamanla Edhem Ağa ile ahbap olur, bu yaşlı madenciden, çok merak ettiği madenciliğin püf noktalarını öğrenir, hatta zaman zaman onun ocaklarında çalışarak deneyim kazanır. Çünkü aklında, Edhem Ağa gibi maden arayıp bulmak, madencilikle para kazanmak vardır. Bu düşüncesinden bir türlü vazgeçemez ve bir gün, varını yoğunu satıp, maden aramak üzere yollara düşer. Gidiş o gidiş…

 

Uzun süre ondan haber alamazlar ve bir gün acı haber gelir. Safranbolu’nun Yenicetaraflarında eşkıya tarafından vurulduğu haberi mahveder zavallı karısı Fatma’yı. Fatma, 6 yaşındaki oğlu Kemâl’e sarılarak günlerce ağlar, ancak elinden bir şey gelmez tabii, sonunda o da hastalanır.

 

       Küçük yaşta babasız kalan Kemâlciği, bu sefer daha da acı bir kader beklemektedir. Annesi, sevgili annesi, bir yıl içinde ayrılır bu dünyadan. Kısa sürede, anne ve babasını yitirip öksüz kalan Kemâl’in bir tek anneanneciği “Ürgana”kalmıştır dünyada. Artık onunla yaşayıp, onunla büyüyecektir; bir de onları hiç yalnız bırakmayan Edhem Ağa ailesiyle.

 

       Edhem Ağa ailesinin bireyleri Kemâl’i bağrına basar, öksüzlüğünü hiçbir zaman hissettirmemeye çalışıp, onu kendi çocuklarından biri gibi görürler. O yıllarda, Edhem Ağa’nın, Kemâl’le hemen hemen aynı yaşlarda 4 kız ve iki oğlan torunu vardır. Evleri de çok yakın olduğundan, Kemâl bu çocuklarla birlikte oynar, birlikte büyürler hep...

 

       Kemâl’in anneannesi Ürgana, yaşamın acımasız koşullarına karşı dik durarak kendini gösteren sabır âbidesi bir Anadolu kadınıdır. Ve de çok onurludur, kimseden yardım istemeden, Kemâl’i, biricik torununu kendi imkânlarıyla büyütmeye çalışır ve onu,Mekteb-i İptidai denilen mahalle mektebine gönderir. Bugünün ilkokulu sayılan bu okulda, Kemâl eski dilde okuyup yazmayı, hesap yapmayı ve küçücük çocuklara ezberlettirilen Kur’an sûrelerini iyi öğrenir;ancak Cumhuriyet’in kurulmasıyla gerçekleşen güzel bir sürpriz onu beklemektedir:

 

       Cumhuriyet’le birlikte, tüm ülkede Atatürk devrimleri başlamıştır. Bir kısmı alışamasa da, milletin büyük çoğunluğu uygarlık yönünde atılan bu atılımları coşkuyla karşılamaktadır. Saltanat 1922’de, hilâfet 1924’de kaldırılmış, Harf Devrimi’nin yapılması yönündeki çalışmalar hız kazanmıştır.

 

Kemâl, okuduğu mahalle mektebinden 1927 yılında mezun olur. Diplomasını aldığında tabii ki çok sevinir, iş aramaya başlar; ancak, 1928 yılında Harf Devrimi’nin gerçekleşmesiyle önünde yeni ufuklar açılır. Devletin tüm kurumları yoğun bir çalışma içine girmiş, ülkenin her köşesinde yeni alfabe ile okuma-yazma kursları açılmıştır. Halk, büyük bir merak ve coşku içinde bu kurslara katılmaktadır. Kemâl de katılır ve kısa zamanda Latin harfleriyle okuyup yazmayı öğrenir.

Bu arada, duygularını, düşüncelerini kağıda dökerek yazmanın ona apayrı bir keyif verdiğini de keşfeder. Edebiyata, şiire meraklı olduğunu o yıllarda anlar. Artık, ortaokula gitme zamanı gelmiştir, ancak bulunduğu yerde ortaokul yoktur. Okumak istediğini anlatırken gözleri ışıl ışıl parlamakta olan Kemâl’in bu hâlini gören Ürgana fazla düşünmez, pılıyı pırtıyı toplayıp Zonguldak yollarına düşerler.

 

       Yüz yıl kadar önceki Osmanlı kayıtlarında sâdece “bir maden mevkii”olarak adı geçen Zonguldak’ta, kömürün bulunmasından sonra, yabancı şirketlerin, kömürün kokusunu alan Rum ve Ermeni unsurların katılımıyla ticaret hayatı hızla gelişmiş ve şehir 1924 yılında Türkiye’nin ilk vilâyeti (ili) olarak tarihe geçmişti.İlk ortaokul da, şehir merkezine yakın sayılacak bir yerdeki Nâmık Kemâl İlkokulu’nun bünyesinde1930’lu yılların başlarında açılmış olan Gazi Ortaokulu idi.

 

Anneannesi,Kemâl’i Zonguldak’taki yakınlarından birinin evine bırakır. Yaşlı bir karı-kocadır onlar. Okuluna gittiği sürece o evde kalır Kemâl. Artık, gerektiğinde onlar için de solunacak bir nefestir o evde. Edhem Ağa’nın torunu, yakın arkadaşı Agâhda aynı okuldadır. Agâh, Kemâl’i gördüğünde, “Vay, Kemâl’im de gelmiş!” diyerek sevinçle sarılır arkadaşına. İki Amasralı böylece tekrar bir araya gelirler aynı okulda.

 

       Kemâl, görenlerin, bilenlerin söylediğine göre, kısa boylu, babası gibi çok esmer, yüz ifâdesi sanki bir Uzakdoğuluyu andıran, hiç de yakışıklı sayılmayacak bir gençti. Ancak, öyle duygulu bir insandı ki, konuşmaya başladığında veya düşüncelerini yazıya döktüğünde, her sözü ilgiyle, merakla dinlenen, okunan güzel biri olurdu.

 

 

 

Kemâl Uluser

 

       Kemâl, ortaokulda kitaplarla tanışır. Okulun kütüphânesindeki kitapları büyük bir zevkle okur, içindeki yazma yeteneği de, pek farkında olmasa da günden güne gelişir bir taraftan. Öyle ki, bir gün yazdığı kompozisyon ödevinden 10 üzerinden 10 alır. Hocası, “Bu ödevini özel dosyamda saklayacağım” der. O güne kadar böyle bir övgü almamış olan Kemâl önce çok şaşırır, sonra yüzü güler, sevinir. Ondaki yazma yeteneğini keşfeden hocası, ona çok yardımcı olur, yeni kitaplar verir okuması için. Önünde artık yeni bir dünya açılmıştır Kemâl’in: Edebiyat ve yazın dünyası…

 

       Ortaokul  yılları  böylece  geçer.  Mezuniyet  günleri  yaklaştıkça,  Kemâl’i  alır bir

düşünce. Zonguldak’ta henüz bir lise yoktur. Olsa bile, Kemâl’in lise tahsilini

tamamlayacak mâli gücü de yoktur. Yoksulluk başa belâdır yine. Bir şeyler yapmalı ve çok sevdiği tahsil hayatına devam etmelidir, tek düşüncesi budur.

 

       Atatürk’e Yazılan Mektup

 

Kemâl, tam bir Cumhuriyet çocuğuydu. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını yaşamış, ülkeyi düşman çizmesinden kurtaran Mustafa Kemâl Atatürk’ü, her Türk insanı gibi çok sevmişti. Hele gerçekleştirdiği devrimler… Ülke, o yüce insan sâyesinde uygarlık yolunda mutlu geleceklere doğru koşarcasına gidiyordu. O da okumak istiyor, tahsilini tamamlayabilmek için çırpınıyor, ancak çâresizlikten ne yapacağını bilemiyordu. Bir gün karar verdi; büyük bir cesaretle Cumhurreisi Atatürk’e, durumunu anlatanbir mektup yazdı:

 

“Cumhurreisimiz Yüce Atatürk’e,

       Ben, Zonguldak vilâyetinin Bartın ilçesi Amasra bucağında yaşayan ve Zonguldak Gazi Ortaokulu’ndan bu sene mezun olmuş bir Türk genciyim.Annem, babam genç yaşta öldüler, öksüzüm. Bana yaşlı anneannem bakıyor, ama çok yoksuluz. Zonguldak’ta lise olmadığından tahsilime devam etmeme imkân yok.

       Yüce Atatürk, siz bütün konuşmalarınızda bizim gibi gençlerin okumalarını daima teşvik ediyorsunuz. Bu sözlerinize güvenerek, vatanına, milletine lâyık bir Cumhuriyet genci olabilmem için, bir devlet lisesinde beni okutmayı düşünür müsünüz?

       Derin saygılarımla ellerinizden öpüyorum.”

 

Acaba, aydınlanma yolunda atılan ileri adımlarla şaha kalkan bir ülkenin yüce kumandanının, o günlerde memleketin bir köşesindeki bir çocuktan gelen bu mektubu okuyacak vakti olur muydu? Büyük umutlarla günlerce bekler Kemâl; ancak gün geçtikçe umudu azalır; derken, hiç umudunun kalmadığıbir gün, beklediği mucize gerçekleşir.Kastamonu Valiliğinden gelen bir mektupta, “Cumhurreisimiz Atatürk’ün emirleri ve Maarif Vekâletimizin muvafakatıyla, lise tahsilinizi Kastamonu Lisesi’nde ‘parasız-yatılı’ olarak yapmanız hususu karara bağlanmıştır.” denilmektedir. Demek ki, yüce Atatürk mektubunu görmüş ve bu kararı vermişti. Artık bir görev üstlenecekti: “Atatürk’ün verdiği bir görev.”Bu göreve lâyık olacak ve onu en iyi şekilde yerine getirecekti Kastamonu Lisesi’nde.

 

       Kastamonu Lisesi, eski adıyla “Kastamonu Mekteb-i Sultânisi”,Anadolu’da kurulan ilk lise ünvânını taşır. 1885 yılında, Kastamonu valisi Abdurrahman Paşa (1836-1912) tarafından kurulmuş olup, güçlü öğretim kadrosu ile bugünlerin üniversitelerinden bile üst düzeyde sayılabilecek bir okuldu.

 

       1935 yılının sonbahar ayları… Kemâl, büyük bir hevesle baba memleketi Kastamonu’nun yolunu tutar, orada lise öğrenimine başlar. Okuldaki numarası 540’dır. Bir yandan çok da şanslıdır; çünkü Edebiyat dersi hocaları ilerde kendi alanında ün kazanacak olan Abdülbâki Gölpınarlı’dır (1900-1982).Edebiyat tarihçisi ve yazar Gölpınarlı, Kemâl’in ışıltılı gözlerinden, onun yüreğinde yanmakta olan edebiyat aşkını kısa sürede keşfecek ve ona bu yolda daima destek olacaktır.

 

       Bu arada, Kemâl, ilerki yıllarda en candan, en sevdiği arkadaşı olacak olan Rüştü (Rüştü Onur) ile tanışır bir gün. Onunla tanışmasını, 17 Aralık 1942 tarihinde Zonguldaklı diğer şair arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu’ya yazdığı  mektupta şöyle anlatır Kemâl (Karaelmas Dergisi, Ocak 1943):

       “Rüştü’yle nasıl tanıştım? Kastamonu Lisesi’ndeydik. O vakit, iyi sanat dergileri getiriyor, sınıflara dağıtıyordum. 4-B’de, 113 Rüştü, bu dergilere en candan ilgiyi gösteriyor, ay başlarını iple çekiyordu. Geceleri, Sabahattin (Batur), Rüştü, ben toplanır, en arka sıralardan birinde, şiirden, şairlerden konuşur, gece nöbetçisinin bilmem kaçıncı ihtarıyla ancak yerimizden kalkar, yatakhâneye giderdik.”

 

Bu sohbetler sürerken, Kemâl şiirler yazmaya başlar. İlk şiirleri lise dergisinde yer alır. Daha sonra, İstanbul’da yayınlanmakta olan “Gündüz” dergisinde şiirleri çıkar. “Kemâl Engin” takma adıyla gönderdiği 6 şiiri, 1937-38 yıllarında bu dergide yayımlanır. Bu şiirler, “Bir Diyar”, “Akşam Vaktinde”, “N’olur?”, “Ayrılış”, “Bu Bahçelerde” ve “Akşam Oldu”adlarını taşımaktadır. Kemâl, şiirlerinde ve yazılarında daima Öz Türkçe yazma çabası içindedir. Örneğin, edebiyatımızda ilk kez “yaşantı” sözcüğünü kullanan kişidir Kemâl. Yakın arkadaşı Sabahattin Batur’un(1920-2012) belirttiğine göre, bu şiirleri basıldığı sırada felsefe kitapları da okumaya başlayan Kemâl, farkında olmadan felsefenin derinliklerine dalar, şiiri bir tarafa bırakıp, nesir (düz yazı) yazmaya yönelir.

 

       O yıllarda, Cumhuriyet devrimleri tüm yurtta hızla devam etmektedir. Örneğin, Soyadı Kanunu’nun 1935 yılında yürürlüğe girmesiyle, Türk insanı, soyadı yerine kullanılmakta olan çeşit çeşit kavramlardan kurtuluyor, yeni bir benliğe kavuşuyordu. Gazi Mustafa Kemâl Paşa’nın “Atatürk”soyadını aldığı bu süreçte, Kemâl de Türk ulusunun sağlam bir eri olduğunu gösterircesine“Uluser” soyadını alır. O, artık “Kemâl Uluser”dir.

 

       1936 yılı yaz ayları… Kastamonu Lisesi’ndeki ilk yılını tamamlayıp, çok sevdiği memleketi Amasra’ya dönen Kemâl, onun için her zaman canını vermeye hazır anneannesine yardım edebilmek isteğiyle hemen bir iş aramaya başlar. Kısa zamanda da bulur. Eskiden beri tanıdığı balıkçı Topal Yusuf,balık avı sırasında parçalanan ağlarını yeniden örüp, tâmir etmek üzere onu işe alır.

 

Bir gün, Büyük Liman sahilinde ağ örerken, sevgili arkadaşı Rüştü’yü karşısında bulur Kemâl. Rüştü, Zonguldak iskelesinden kalkan bir motora atlayıp ona güzel bir sürpriz yapmıştır. Çok sevinir Kemâl, ona bu tarihî şehri gezdirir, birlikte balık yiyip, edebiyat sohbetlerine kaldıkları yerden devam ederler. O gece, en hafif rüzgârda bile tahtaları gıcırdamakta olan evlerinde, Ürgana, Kemâl’inki gibi güzel bir yer yatağı hazırlar Rüştü’ye. Şiir ve edebiyat sohbetleri nerdeyse sabahlara kadar sürer, Rüştü’nün orada kaldığı birkaç gün içinde.

 

Amasra’nın bir Çekiciler Çarşısı vardır. Kemâl, oradaki bir arkadaşından el tornasıyla şimşir ağacından biblo, tas, tabak gibi şeyleri yapmasını öğrenir. Bir de merakı vardır: Ihlamur ağacından oyarak yapıp, boyadığı maket kayıklar. Rüştü’ye bu kayıklardan birini armağan eder. O sırada, “Türk Çocuklarına Sevimli, Güzel Alfabe”adını verdiği bir Alfabe kitabı hazırlamaktadır. Ayrıca, hayâlleri vardır ikisinin de: Birlikte bir edebiyat ve şiir dergisi çıkarmak. Bu konu üzerinde saatlerce konuşurlar. Böyle bir girişimi hayâl etmek bile heyecan vericidir.

 

Rüştü Onur bir Devrekliydi. 1920-1942 yılları arasındaki kısa yaşamında, şiir sanatının binbir güzelliğini taşıyan dizelerini Türk edebiyatına kazandırarak, Devrek’ten bir onur âbidesi gibi yükselen kişidir o. Rüştü, Kastamonu Lisesi’nde  ancak bir yıl okuyabilecek, 1938-39 döneminde okuluna ara vermek zorunda kalacaktır, verem denilen o uğursuz hastalık yüzünden. 1939-40 öğrenim döneminde, Zonguldak Çelikel Lisesi’ne yazılır, ancak hastalığı yüzünden devam edemez. Biraz iyileşince, Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde bir iş bulur, çalışmaya başlar.

 

           

Rüştü Onur                 Muzaffer Tayyip Uslu

 

“Rüştü’yle Kemâl’in dostluğu, arkadaşlığı uzun yıllar sürdü” demek isterdim, ama diyemiyorum, çünkü ömürleri o kadar kısa oldu ki bu gençlerin, sanki bunu biliyormuşcasına kısa yaşamlarına yoğun bir şekilde sığdırmaya çalışırlar bütün üretkenliklerini…Salâh Birsel, “Rüştü Onur” adını verdiği kitabında (Yeditepe Yayınları, 1956), Rüştü’yle Kemâl’in nasıl yakın arkadaş olduklarını Rüştü’nün ona yazdığı mektuplardan alıntılar yaparak şöyle anlatır:

 

“Kemâl’le hemen her gün beraberiz. - Kemâl’den bugün mektup aldım - İki sene evvel Kemâl’e gönderdiğim bir şiirimi hatırlıyorum. - Kemâl’e de yazdım. - Kemâl de bir parça buna taraftar… Kemâl kardeşi, Kemâl her şeysidir Rüştü’nün.”

 

“Rüştü” deyince, tabii akla hemen bir isim daha gelecektir: “Muzaffer Tayyip Uslu”(1922-1946).O, İstanbul’un Fatih semtinde doğmuş, çocukluk ve ortaokul yıllarını Mersin’de geçirmiş, babasının Zonguldak’a atanmasıyla geldiği bu şehirde Çelikel Lisesi’ni bitirmiştir.Muzaffer de, yazdığı dizelerle, bu kentin her zaman onur duyduğu bir şiir ustasıdır.

 

Şiir ve edebiyat sevgisi, Rüştü’yle Muzaffer’i bir gün biraraya getirir, daha sonra buna Kemâl de eklenecektir. Muzaffer, sarışın, uzun boylu, beyaz tenli, yakışıklı bir gençti. Onun, bâzı kitaplarda yer alan, kolej resmi havasındaki yeni baskı resminin gerçekten onun olduğunu sanmıyorum. Ben bir tek resmini bulabildim, silik bir resim ama, sanıyorum o (Muzaffer Tayyip Uslu’ya Armağan, ZOKEV Yayınları, 2002).

 

Bu arada Kemâl, olgunluk sınavını da vererek, 8 Temmuz 1938 tarihinde, Kastamonu Lisesi’nden mezun olur. Son yıllarda kendini tam olarak felsefeye vermiş, bu alanda eline geçen her kitabı okuyup, felsefe biliminin derinliklerine dalmıştır. “Eğer üniversiteye gidebileceksem, eğitimim yine felsefe üzerinde olmalı” diye düşünür. Ancak, yoksulluk belini bükmektedir. Yaz günlerinde, Amasra’da bir lokantada garsonluk ve birarkadaşının yanında çekicilik yaparak üniversite tahsili için biraz para biriktirmeye çalışır. Edhem Ağa ailesinin damatlarından, gazeteci Tâhir Karauğuz’un(1898-1982) aracılığıyla, Zonguldak vilâyetinden bir yüksek tahsil yardımı da sağlanır Kemâl’e. Bu arada bâzı yazıları Zonguldak’ın yerel gazetelerinde yayımlanmaya başlar. “Işık”adını verdiği bir piyes yazarak Tâhir Karauğuz’a verir. Bu eseri, “CHP Halkevi Temsil Yayınları” tarafından 1941 yılında yayımlanacaktır. Ve  yüksek  tahsil  için,  anneannesiyle  birlikte  yollara düşerler, İstanbul’a doğru…

 

“Üniversite yılları” diyemiyorum, çünkü Kemâl ve anneannesi ancak beş ay kalabilirler İstanbul’da. Savaş yılları… Ve de çok kötüdür hayat şartları… Zor günler geçirirler. 23 Ocak 1941’de şöyle yazar hâtıra defterine Kemâl (Osman Nuri Aydın, Tarih ve Toplum Dergisi, Ekim 1999):

 

       “Sıkıntılı bir günüm… Para yok, evde yiyecek ekmek yok! Kimseden almak ihtimâli de bulunmuyor. Kahvedeyim; herkes havai, tavla, iskambil oynamada… Ben, bütün bu sıkıntıma rağmen, memleket meselelerini düşünmede, kalkınma çârelerini aramada yalnız gibiyim. Niçin herkes benim gibi değil?” 

 

Bütün bunların üzerine bir de Kemâl’in hastalığı eklenir, tüm vücudu ağrılar içindedir. Ve fazla kalamazlar İstanbul’da, Amasra’ya dönerler.Bu arada, Kemâl’le Rüştü’nün mektuplaşmaları devam eder. Hayâlini kurdukları bir edebiyat dergisi çıkarmak isterler hep. Derginin adı “Petek” veya “Şehir” olacaktır; bunu yazışırlarken bile sanki dergi çıkmış gibi heyecanlanır, sevinirler…

 

Memleket havası iyi gelir Kemâl’e, sağlığı biraz düzelir Amasra’ya döndüğünde. Bu sefer yeni heyecanlara kapılır, küçücükken birlikte oyunlar oynadığı, birlikte büyüdükleri bir kız arkadaşına âşık olduğunu hisseder Kemâl. Artık delikanlı olmuştur; kıza, onu sevdiğini hiç söyleyemese de, aklında, fikrinde hep o vardır artık. Bu duygularını kağıda döker, hâtıra defterine yaşadığı büyük aşkı yazar, sanki sevdiğine mektuplar yazıyormuş gibi…

 

       Bu arada Zonguldak’tan ona bir haber gelir. Bu kentin ilk madencilerinden Ahmet Ali Ağa’nın damadı Hasan Basri Sıdal(1900-1987), Kemâl’e belediyede iş bulmuştur. Kemâl koşarcasına Zonguldak’a gelir; ona, belediyenin savaş yıllarında vatandaşlara dağıttığı ekmek karnelerinin dağıtım işini verirler.

 

       1941 yılı, Zonguldak kentinin bu üç şair-yazar genci için hastalık yılı olarak geçer. Önce Rüştü’yle Muzaffer, Zonguldak Amele Birliği Hastanesi’ne yatar, sonra İstanbul’a sanatoryuma gönderilirler.Rüştü işini, Muzaffer de okulunu yarıda bırakmak zorunda kalır. Bir süre sonra iyileşmiş olarak dönerler Zonguldak’a; ancak verem illeti, sonra tekrar saldırmak üzere pençelerini geri çekmiştir sâdece.Her ikisi birer işe de girerler. Kemâl ise, Hasan Basri Bey’in evinde birkaç ay kaldıktan sonra, kiraladığı küçük bir eve yerleşir; belediyedeki işi devam etmektedir, onu hiç yalnız bırakmayan anneannesi de yanındadır.

 

       Artık Kemâl, Rüştü ve Muzaffer’le birliktedir hep. Aydınlık yüzleriyle, çoğu zaman yağmurlu, nemli Zonguldak akşamlarının kasvetini dağıtan ayrılmaz bir üçlü olurlar. Genellikle İskele Parkı’nda buluşur, uzayıp giden ve hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken uzun edebiyat sohbetlerinin içinde bulurlar kendilerini. Favori şairleri, Ahmet Hamdi Tanpınar’dır(1901-1962). Bu sohbetlerine de, “Ahmet Hamdi Akşamları” adını verirler, tıpkı Amasralı balıkçılara “Sait Faik’in Balıkçıları” dedikleri gibi…

 

Bu üç arkadaşın çok önemli bir kazancı da, Çelikel Lisesi’ndeki edebiyat hocaları

Behçet Necatigil’dir (1916-1979). Behçet Hoca, onların gözlerinde ışıldayan sanat

gücünü  çok  iyi  fark  etmiş  ve  hiç  yalnız  bırakmamıştır bu gençleri.

       Bu arada şu hususu belirtmek isterim:Biliyorsunuz, 2013 yılında, “Kelebeğin Rüyası” adında, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun yaşam öyküsünü içeren bir film vizyona girdi. Bu filmde her şey var, ancak Kemâl yok, hiç yok. Filmin yönetmeni, acaba filme bir de onu katıp milletin kafasını fazla karıştırmayayım diye mi düşündü, bilmiyorum. Hâlbuki, onlar ayrılmaz bir üçlüydüler; yaşamlarının son anına kadar hep aynı yolda ilerlediler.

 

       Bu tutkulu yolda, artık kendini tamamen edebiyata ve felsefeye adayan Kemâl’in, İstanbul’da yayınlanan dergilerde iki önemli yazısı çıkar:Birincisi,“Ülkü” dergisinin Şubat 1944 tarihli sayısında, “Roman ve Romancı Hakkında” başlıklı yazısıdır. Diğeri ise, “Yaratış” isimli edebiyat dergisinin, Kasım 1944 tarihli ilk sayısında yayımlanan “Edebiyatımız Üzerine” başlıklı yazısı. Bu yazılar, Kemâl Uluser’in Türkçemizi nasıl yalın bir ifâdeyle ne kadar da iyi kullandığını, Nurullah Ataç’a kadar birçok yazı ustası tarafından neden beğenildiğini ortaya koyan en güzel örneklerdir. Zamanın edebiyat dergilerinde Kemâl’in başka yazıları var mı diye çok araştırdım; ancak, 6 şiiri ve bu yazıların dışında başka bir yazısına rastlamadım. Sanırım, Zonguldak gazete ve dergilerinde çıkan başka yazıları da vardı, ancak onları tek tek araştırma olanağım olmadı.

 

       Rüştü ile Muzaffer’i anlatmaya kalksam, sayfalar sığmaz. Onlar için, bugüne kadar, Zonguldak’ta, çevre il ve ilçelerde sayısız anma günleri yapıldı, kitaplar basıldı, dergilerde, gazetelerde yazılar çıktı. Bunların arasında, zaman zaman Kemâl de vardı tabii. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi, biraz geri plândaydı; ben bu yazımla onun da bir edebiyat ustası olarak ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

 

       İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günleri… Savaşa girilmese de, ülkede açlık, kıtlık, yoksulluk yaşanmakta… Bizim üç delikanlı da nasiplerini alırlar bundan. Devletin sağlık hizmetlerinin çok bozuk olduğu o yıllarda doğru dürüst tedavi göremeyip, Rüştü 22, Muzaffer 24 ve Kemâl 29 yaşında, geride birbirinden güzel şiirler, yazılar bırakarak ayrılırlar bu dünyadan.

 

       Rüştü’yle Muzaffer’in yaşam öykülerini, şiire ve edebiyata meraklı her Zonguldaklı bilir sanırım. Bu nedenle ayrıntıya girmiyorum, yalnız Rüştü’nün büyük aşkından söz etmeliyim: Rüştü, 1942 yılı Mart ayı başlarında, İstanbul Heybeliada Sanatoryumu’nda biraz iyileşip Zonguldak’a dönerken, vapurda bir kızla tanışır: Mediha Sessiz (1923-1942).Mektuplaşırlar, kısa zamanda birbirlerini sevdiklerini anlar, nişanlanır ve Beşiktaş’ta evlenirler. Ancak, Medihalar’ın, Beşiktaş Şair LeylaSokağı’ndaki evlerinde yaşadıkları mutluluk günleri kısa sürer, çünkü Mediha da hastadır. Kızcağız bir gece fenalaşır, çok sevdiği kocasının kolları arasında yaşama vedâ ettiğinde 19 yaşındadır. Büyük hüzünler yaşayan Rüştü, zavallı karısının peşinden ancak üç hafta dayanabilir. 6 Aralık 1942 gecesini inleye inleye geçiren genç adam, parçalanan ciğerlerinen akıp gelen kanın içinde sabaha karşı yaşamını yitirir. Bugün, İstanbul Ortaköy’deki Yahya Efendi Mezarlığı’nın yemyeşil bir tepeciğinde, sanki el ele tutuşurmuş gibi yattıkları iki mezarda başbaşadır Rüştü ile Mediha. Belki yeni şiirler, yeni türküler söylüyorlardır birlikte Boğaz’a karşı…

 

“Ayrılmaz üçlü”den iki kişi kalmıştır geride: Muzaffer ve Kemâl. Rüştü’nün acısını içlerine gömmekten başka çâreleri kalmayan bu iki gencin kısa yaşamlarını bir taraftan törpüleyen zaman hızla ilerlemektedir… Çeşitli gazete ve dergilerde şiirleri yayımlanan Muzaffer’i hastalığına  rağmen  yaşama bağlayan tek bir şey vardır: 1945

yılında basılacak olan, “Şimdilik adını verdiği şiir kitabı. O, 60 şiirinin yer aldığı bu kitapta, “Bunlar benim şimdilik şiirlerim, ilerde daha ne şiirlerim çıkacak” demek istemiştir âdeta. Ancak, bunu gerçekleştiremeyecek, yaşamının son iki yılını, pençesine düştüğü verem illetiyle boğuşarak geçirecektir. Çok zayıflamış, o yakışıklı adam gitmiş, yerine başka biri gelmiştir sanki…

 

Yaz günleri yaşanmaktadır, Muzaffer’in yattığı odanın penceresine yandaki kiraz ağacının dalları vurur rüzgâr estikçe… Muzaffer, anasından pencereyi açmasını ister. Kiraz ağacının dallarından gelen kuş sesleri doldurur odayı. Muzaffer’in aylardır gülmeyen solgun yüzü, o an biraz güler gibi olur ve anacığının kolları arasında son nefesini verir. Zonguldak kentinin bu bahtsız şairi, 1946 yılının 3 Temmuz’unda, geride birbirinen güzel şiirler bırakarak yaşamdan ayrılır.

 

       Kemâl’in başına belâ olan hastalık ise, “İki taraflı zatülcenp”ti. Tıbbî adı “Plörez” olarak bilinen bu hastalık, akciğerleri çepeçevre kaplayan zarların mikrop kaparak iltihaplanmasıyla ortaya çıkıyor, iltihaplı zarların nefes aldıkça birbirine sürtünmesi, nefes darlığına, öksürüğe ve dayanılmaz ağrılara neden oluyordu. Kemâl’se bir an önce iyileşebilmek, yeni yazılarıyla edebiyat çevrelerinin karşısına çıkmak istiyordu.

 

Bir gün, Kastamonu lisesi’nden yakın arkadaşı Hüseyin Batuhan’ı (1921-2003) aradı, “Geliyorum, beni doktorlara göster” dedi. Anneanesiyle birlikte tekrar İstanbul yollarına düştüler…

 

Batuhanlar, İstanbul’da, Beyazıt’ta oturuyorlardı. Kemâl’in ağrıları artmıştı, zorlukla yürüyebiliyordu. Hüseyin Batuhan, sevgili arkadaşını önce bir doktora gösterdi, sonra doktorun önerisi ve torpiliyle Üsküdar’daki Vâlidebağ Sanatoryumu’na yatırdı. Beyazıt’tan Üsküdar’a gidip gelmek pek kolay değildi, ama onu başta annenannesi olmak üzere hiç yalnız bırakmadılar.

 

Ancak, memleketin hastalıktan inlediği günler… Hastahâne dolup taşıyordu; Kemâl’in kaldığı 8 kişilik odada birbirinden hasta tam 12 kişi vardı. Devamlı öksürük sesleri ve inlemeler… Burayı pek beğenmeyen Batuhan, yine başka bir doktor torpiliyle, arkadaşını, evlerine daha yakın bir yerdeki Cerrahpaşa Hastanesi’ne aldırttı.

 

Ancak, Kemâl o gece ağırlaştı. Doktoru sabahlara kadar başında bekledi, ilaçlar, iğneler, her türlü tedbiri almaya çalıştı... Ama olmuyordu, Kemâl, yarı baygın, bir takım hayâller içindeydi artık…Kendini çok uzaklarda bir adada görüyordu; çevresinde uçsuz bucaksız bir deniz ve sessizlik… Ufuklardan hafif bir esinti gibi gelen bir takım sesler duymaya başladı. Sanki meleklerin çalıp söylediği tanrısal bir müziğin nâmeleriydi bunlar…

 

       Sabahleyin, anneannesi odasına girdiğinde acı haberi aldı. Allahım, ne büyük bir felâketti bu. Anasının, babasının acılarına katlanan o zavallı kadın, şimdi de zavallı torununun ölümünü görüyordu. Hastanenin duvarlarına yankılanan derin çığlıklar duyuldu odadan…

 

Kemâl Uluser 3 Kasım 1944 günü, 29 yaşında yaşamdan ayrıldı. Cenazesi, Zeytinburnu’ndaki Merkez Efendi Mezarlığı’nda toprağa verildi.

 

Sanki Zonguldak semalarında bir gün kuvvetli bir rüzgâr esmiş ve o rüzgâr bu üç genci getirmişti bu şehire. Onlar, kısa sürecek yaşamlarını sanki bilircesine, tüm üretkenlikleriyle güzel eserler verdiler ve sanki bir daha esen o kuvvetli rüzgârlauçup gittiler bu dünyadan…

 

 

Not: Yazarımız Doğu Karaoğuz’un, 2015 yılında TMMOB Petrol Mühendisleri Odası tarafından yayımlanan “Rüzgârın Getirdiği” adlı kitabında, Kemâl Uluser’in yaşam öyküsü daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

 

 

 

 

Doğu Karaoğuz, Ankara, 20 Ekim 2016     İletişim: dogukaraoğ[email protected]