Gündemin gülmeyen yüzünden, ruhumuza yansıyanlarla soluyoruz yaşamı.
İşin kolayına kaçmak ve üç maymunu oynamak bir tercih olabilirdi elbette.
Zamana ve koşullara göre kendine bir saf tutmak, günü kurtarmak babında, düşünülebilinirdi.
İçinden gelmediği halde, birilerine yaranmak ve kendini koruma altına almak gerekliliği doğuran durumlarda, hiç tereddütsüz, düzene, sisteme boyun da eğilebilirdi.
“Hedefine ulaşmak için bütün yollar mubah sayılır” varsayımına da inanabilirsiniz tercih sizin.
İşler yolunda gitmediğinde ortaya çıkan, sözüm ona çözüm dâhilerine de, meyledebilirsin.
Yada: Yaşadıklarımdan, hatalarımdan, başarılarımdan, başarısızlıklarımdan sadece ben sorumluyum, bir başıma yetersiz gelsem de, yaptıklarımın, yapacaklarımın arkasındayım da diyebilirsin.
Karar sadece senin ve neticesi de seni bağlar.
Çünkü "İnsanlar her daim, yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölürler, sadece paylaşılan anlar vardır” yahut “her koyun kendi bacağından asılır” tezi, yaşam yolculuklarımızda zamanın ruhuna çok iyi bir vurgudur.
Malum geçtiğimiz günlerde Yolsuz Dere kitabım ile ilgili bir yasağa maruz kaldım.
Yapanların yanına kar kaldığı fakat yaşanılan acıyı yazanların hedefe konulduğu bir durumun, tam da içine çekildim.
 Yan yana getirildiğim kitap ve yazarı ile benim yazdıklarımın aynı terazinin kefesine koyulması ve aynı ölçekte değerlendirilmesi, şaşkınlığımı yüze, bine katladı diyebilirim.
Karışıklığa neden olan her ne ise bilgim dışındadır, bir önceki yazımda çok açık bir şekilde bu konudan bahsettim. Bu durum ile ilgili alınan karar, bana makul ve mantıklı bir mazeret gibi gelmedi, gelmeyecek de.
 Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor ve ben yakanları yazdım, yani kendi gerçeklerimi.
Anladığım kadarıyla birileri yazdıklarımdan, kalemimden rahatsız oldu.
Oysa hikâyenin içindeki çocuk ve kadın gibi Dünyada yüzlerce, binlerce bu acıyı yaşamış örnekler bulunmakta.
Kalemimden düşen acıları, görüyorum ki kötücül bakış açılarına sahip olanlar anlamamış. Aslında yazılanlardan çok, yazandan rahatsızlık duyulmuş.
“Yolsuz Dere” kitabımda kaleme aldığım kadın ve çocuk hikâyesi satırlara düşerken ağır bir psikolojik savaş gerektirdi doğrusu.”
Ama bunun hiçbir önemi yoktu, onlar önyargılıydı ve acıyı yaşayanlar, o hikâyede kadınlardı, çocuklardı.
Bu konunun böylesi bir süreçte,  gündeme bu şekilde gelmesi tesadüf olabilir miydi?
Son günlerde basının üzerinde yoğunlukla durduğu bu konu ve benzerleri, benim kitabımda yıllar öncesinde yazılmıştı oysa.
Bütün bu sürece dâhil olmak ve tek yanlı hedef ve karar çıkartmak üzüntümün bir başka yanı.
Bu süreçte çevresel kalabalıklarım üzerinden “hakikatli insan” analizini çok daha iyi yaptığımı söyleyebilirim.
Yine damıtılmış sözlerden birinde denildiği gibi teşbihte hata olmasın “bana eşekten düşeni getirin halden o anlar” sözü, bana da beni anlayan kişilerin kalabalığımda olmayan kişilerden olduğunu gösterdi. Bir eşek bile nelere kadirmiş dedirtti açıkçası.
İşin bir de trajikomik yanı var ki sormayın.
 İyi niyetli dostlarımdan gelen ve beni rahatlatmak babında dile getirilen örnekler, yüzüme bir nebze de olsa gülümseme ifadesi çizse de, yürekteki üzüntüye derman olamadı.
Zeki Müren’in dediği gibi reklamın iyisi kötüsü olmaz diyenler, kitabının reklamı oldu konuya böyle bak diyenler, o hikâyedeki çocuğu, kadını iyileştiremiyor ne yazık ki. Ayrıca böylesi bir reklamı kitabıma yazdıklarıma hakaret sayarım.
Eğer bir yazar iseniz ve buradan rızkınızı arıyorsanız, mutlu olduklarınız kadar, mutsuz olduklarınızı da yazmakla yükümlüsünüz. Birileri rahatsız olacak diye, acıyı ve gerçekleri halının altına süpüremezsiniz.
Kaldı ki ilk önce kendi canınız yanmaktadır!
(Ayrıca biz yerel yazarların kitap satışlarından para kazanmak gibi bir lüksü yok, en azından benim olmadı çünkü kitap basım maliyetleri var olan yayınevlerinden sorgulanabilir)
Kaldı ki hobi olsun diye emek vermiyoruz kelimelerin cümlelerin arasında. Bir de bu işi kendi imkânlarıyla yapanlar için bir kitabın basımının maliyetinide göz ardı edemezsiniz. Her bir kitabın yayınevi borcu için ne kadar çalışıldığını, alın teri döküldüğünü, emek harcandığını bilemez bu yolda mücadele vermeyenler.
Bu arada konuya dair yaşadığımız bu süreçle ilgili kendi yayınevimin yaptığı açıklamadan sonra haberin yumuşatılması da yazarın yani benim içime su serpmiyor çünkü kitabın içindeki hikâye kanıyor.
Ben bir yazarım, elim kalem tuttuğu sürece, kendi canımı yakanlar kadar, canı yananları da can yakanları da yazacağım. Ara sıra denk geldiğimiz mutlulukları da eleştirdikleri mi, alkışladıklarımı da yazacağım.
Ben de eleştirileceğim elbette, bundan dolayı hayıflanmayacağım, hayıflanmadım da lakin önyargısız olanları, gerçekten bana ve kalemime katkı sağlayanları alıp başımın üstüne koydum, koyacağım.
Çünkü biz yerel yazarlar bu sektörde var olma savaşı veriyoruz aynı zamanda. Edebiyat dünyası daha önce defalarca söylediğim gibi koca bir okyanus, kıyısında bir kum tanesi olabilmek için çabamız, en azından benim öyle.
 Yapanın değil de yazanın canını yakanları ve kadın acısını şikâyet eden önyargılı zihniyeti, dikkate almayacağım çünkü onlar bir kadının varlığından, kaleminden rahatsız olanlar.
Şu halde böylesi ağır bir acıyı yaşamak zorunda kalmak ne demek, bunu anlamadıkları, anlayamadıkları için şikâyet eden o zihniyeti yok sayıyorum.
Yolsuz Dere kitabım, acının kaleme sığınmış halidir.
Konuyu detaylı olarak anlamak isteyenler için bir önceki köşe yazım da okunabilir.