Yıldırım Özener; Zonguldak’ta doğup büyümüş, şimdi ise çok uzaklarda yaşayan bir Zonguldak sevdalısı. Ara sıra Zonguldak'a gelip hasret giderse de kalbi her zaman Zonguldak’ta atıyor.
Kendisi sizlere, özellikle Zonguldak Nostalji sayfa ve gazete köşesinden dolayı hiç yabancı değil. Gönderdiği nostalji yüklü kısa makaleleri yayınlanmış bir yazarımız.
Bu sefer hazırladığı uzun bir hikayesini yollamış. Böyle bir güzelliğin paylaşımını bize bırakması çok ince bir davranış, kendisine teşekkür ediyorum. Uzun olması sebebiyle bölümlere ayırdık altıncı ve son bölümünü paylaşıyorum…
NOSTALJİDE YAŞAM…
 
FİNAL BÖLÜM…
 
FENER OYUN BAHÇEMİZ…
Birbirinden güzel o mevsimleri seçmezdik ki biz, kar yağmur dinlemezdik ki biz. Oyuncağımız olmasa da, çamurları mıncıklar oyuncaklar mı yapmazdık ki biz. Ya sen kapımda ıslık çalar, top oynamaya çağırırdın beni, ya da ben elimde annemin yaptığı iki dilim cevizli kekle beklerdim seni. Bir diğeri geçerken şirin evimizin önünden, deniz kulübüne doğru. Aşağıdan seslenen, ya can kardeşim Celal Ertem ya da Rıdvan olurdu. Sanki bir minyatür dünya da yaşar gibi, bir o kapıda. Bir bu kapıdaydık.
Çınarlı yollardan aşağı kıçımızda mayolar, Deniz Kulübüne sanki uçardık. Kapıdan girerken Rasim abi; ‘koşmayın ’ diye haşlardı her birimizi. Biraz duraklardık ama yine koşardık merdivenlerden deparlara kadar olan yeri. “Nazar” her zaman ki yerinde hep öyle bağlı dururdu. Yanında ya Mehmet Bozkurt, ya da Tarık abi olurdu. Biz göbek taşında yüzerken Rıdvan, Celal, Nebil, ben bir bakmışsın Mehmet Akaçık, yine balıklama atlamış tramplenin en üstünden… Deniz bayramlarında yüzmede genelde Füsun, Melda çekişirdi Aydın abi hiç kendini yormaz kulaçlarını yavaş-yavaş pekiştirirdi Birinci olamasa da o uzun maraton yarışlarında O yine de bizim can kurtaranımız, en iyi yüzenimizdi.



 
Nasıl da acıkırdık öğle vakti. çıkardık o terastaki tostçuya kaşarlısı, sucuklusu, bir başkaydı tostlarımız. Kulübümüzün tostçusu da Daryal abi dalmış bir köşede, bakmışsın gün batımını seyrediyor. Yan tarafta Levent abi coşmuş, emektar piyanoyu konuşturuyor…
 


Işık çıkardı beyaz şort, beyaz gömlek her an bir köşeden. Hep derdik; kardeşim bir kerede o raket düşsün be elinden. Sanki ona nispet eder gibi bu kez Tunç Çelebi gelirdi Tenis kortundan... Artık grup vakti... Raket sesleri yükselirdi...
Ahhh o çocuk matinelerimizde bilseniz ne filimler oynardı… Çok sevdiğimiz için genelde kovboy, çizgi filmleri koyarlardı. Çoğu kez filmleri izlemez o koltuklarda savaş ederdik ‘Bir limonata üç halka’ sırasında bu sefer birbirimizi ezerdik. Çıkardık sinemadan dağılırdık evlerimize doğru Yolda Cengiz, elinde sopa. Bir o ağaca, bir bu ağaca vururdu Dinlemez saldırırdı sağa sola...
Bizim Cengiz kendini filimdeki kovboy sanardı Kara toprakta sönük bir top, bir sürü çocuk koşardık arkasından canımız sıkılsa da, olurdu birimiz kovboy, diğerimiz kızılderili bu kez oyunda çocuk bahçesiydi hepimizin kızlı erkekli oynadığımız o cıvıl cıvıl yer neler oynardık ah neler, yorulunca uzanırdık papatya dolu o çimenler iki kale maçlarda Ben, Zafer, Serdar, Çetin, kalemizde Hüseyin. Öbür tarafta İbo, Celal, Rıdvan, Kemal; kaleci olurdu hep Nebil Aman gol atmayalım, başlardı sinirinden ciyak-ciyak ağlamaya. Yok şöyleydi... Yok böyleydi... Maçı bırakır başlardık Nebil’le uğraşmaya. A tipinin önünde görününce o tin-tin giden yaşlı Mohini hızır gibi koşardık, girerdik babalarımızdan önce kapıdan içeri Muhakkak olurdu gün batımında yalçın kayalıklarda taze balık tutanlar sıra-sıra soyulmuş ince defne dallarına dizilmiş o taze balıklar.
Akşam yemek vakti, çıkardık bahçelerimizdeki kamelyalara masalar kurulurdu, etraf kokardı mis gibi et - ya da balık ızgara.. Karşıdan duyulurdu bazen Nebil’in inden ağlamaklı bağırması Muhakkak bir sorun var, yarın dışarı çıkamayacak bu çocuk, onun çağrışması Süep abi yine kaçırmış vos vosu ki; Halit bey amcada yer yerinden oynuyor. Turu bitirmiş dönmüş amma, esas tiyatro turu şimdi evde başlıyor. Neyse geçelim bu konuyu hepimizin huyu kurusun. Anahtarı alıp tur atmayalım da araba hep yerinde mi dursun?
Selçuk, Lassiyi çağırıyor, belli ki onlarda ızgara et var Lassi fırlardı yerinden bir hışımla, yaaa bu işte bir alamet var O bile hissederdi herkes onun için mahallede birlikti O da bizim için mahallemizin en cefakâr bekçisiydi. Ne mutlu Fenerin çocukları hayvan ve tabiat sevgisiyle yetişmiş, Bu güzel çocukların, hepsinin yüreklerinde şimdi Atatürk’tür sevgisi. Eğer mevsim kışsa, akşamları inden-inden o güzel ses duyulurdu sıcak yatağımda gözlerimi aralardım. Annemin elinde bir bardak boza olurdu O karlı kış akşamlarında etraf o kadar sessiz sakin ki Fener’de geç vakit de bağıran o ses, uyandırırdı beni uykumdan genelde sahur vaktine doğru başlardı bu kez bülbüller şakımaya Bu güzel namelere dayanamazdı o güller, açardı doya-doya, yaşadık cennet gibi yerde çocukluğumuz ne hoş geçti Her şey anılarda kaldı artık, bu anlattıklarımın hepsi Zonguldak Fener’di! Zonguldak-Fener deyince çoğu kimse bilmese de adını Tanrı dokundurmuş bu minik yere o sihirli sopasını. Yaşayan bilir buranın defne kokusunu... Yeşilini... Mavisini... İnanılmaz ama, bu yeşil cennetin altında var, bir de kömür madeni... Zonguldak Fener çocuğuyum işte ben de sizler gibi! Uzaklarda da olsam unutamıyorum yaşadığım o masalvari günleri. Bir daha yazayım dedim içimden geldiğince... Ve paylaşıyorum sizlerle, uzaklardan Zonguldak’ıma selam ve sevgilerle…
‘ZONGULDAK’ 60 küsur yıllık yaşamımda beni kendisine bağımlı kılmış, hayatımın önemli bir dilimini teşkil etmektedir...
 
ALMANYA YOLCUSU…
Sirkeci’den Avrupa’ya doğru yola koyulan koyu yeşil tren, Bakırköy istasyonundan son sürat geçerken, pencereden yarı beline kadar sarkmış, kollarını aşağı yukarı sallıyordu. Uzun kuzguni siyah saçları rüzgârdan darmadağın, kırbaç gibi yüzüne çarpıyordu. Bağırması trenin sireninde boğulmuş, tam anlaşılamayan bir uğultu gibi bir anda geldi geçti.
-Annneeee…
Trenin ardında bıraktığı uçuşan toz ve kâğıt parçaları yavaş yavaş raylara serpilirken, ortalık sessizliğe büründü.
-Erdinç abimdi dedim içimden.
Teyzem elinde mendil, yaşlı gözlerle Bakırköy açıklarında batan kızıl güneşin içinde gittikçe küçülüp, sessizleşen trenin ardından, hala elini sallıyordu.
-Yolun açık olsun tosunum, Allaha emanet ol...
Dudakları titriyordu... Teyzem çok sevdiği, tosunum diye çağırdığı küçük oğlunu Almanya’ya yolcu ediyordu... Önümüzden son sürat geçen o koyu yeşil tren tosununu, sanki kaçırırcasına yaban ellere, Almanya’ya götürüyordu... Aldıkları Traub marka otomatik torna makinasının stajı için giden, bir başka türlü sevdiği en küçük oğlunu, tosununu, artık uzun bir süre göremeyecekti.
Usulca arkasından yanaşıp elimi omuzuna koydum;
-Teyze Allah kavuştursun, hadi ağlama...
Beni duymuyordu bile, çok bitkindi... Koluna girdim... Yavaşça istasyonun demir dik merdivenlerinden yukarı çıktık. İstasyon caddesinden aşağıya doğru inerken, başı önünde dua ediyordu...
Ahşap köşke varana kadar yolda başka hiçbir şeyden söz etmedik. Birkaç gün köşkte sessiz ve keyifsiz dışarı çıkmadan oturdu...
 
YAŞLI TREN…
Biletlerimizi alıp dördüncü perondan kalkacak, yeni yıkanıp temizlenmiş, hala ıslak olan boş banliyö trenine binip annemle karşılıklı koltuklara oturduk. Trenin ne zaman kalkacağını bilmiyordum. Zaman geçtikçe trenin yavaş yavaş dolmasından, insanların telaşlı koşuşturmalarından kalkış zamanının yaklaştığı anlaşılıyordu. Sonunda hareket memurunun çaldığı cırtlak kalkış düdüğü ve kapılar kapandı. Sirkeciden Halkalı istikametine olacak yolculuğumuz başladı. O ana kadar dikkat edip bakmadığım yanımızda ki karşılıklı oturan adamla kadının Anadolu köylüsü olduğu, hatta rengârenk giyinimli, başörtülü kadının meraklı ve heyecanlı bakışlarından İstanbul’a belkide ilk kez geldiği anlaşılıyordu. Sonunda senelerin yorgunluğu ve kapsitesinin çok üstündeki yolcusundan inlercesine, bir iki kere silkelendikten sonra, tekerlekler gıcırdayarak dönmeye başladı. Tren, şişman bir kadın gibi bir o yana bir bu yana yalpalayarak daha hızını alamadan ilk istasyona ulaşmıştı bile. Binbir güçlükle durdu sanki... İnenler... Binenler... Ben bu arada dalmış sağ tarafta hurdahaş olmuş askeri bir cemseyi yerinden oynatmaya çalışan iki askere bakıyordum ki, kulaklarımı yırtan bir sesle irkildim.
-Cümleten hayırlı yolculuklar! 
Döndüm kapı girişinde; gözleri ama bir kız ve yağız bir adam kalabalığın içine daldılar. Bu arada tren kalktı.
-Sayın yolcular! Bizler körler derneğinden, körlere yardım amacıyla makbuz karşılığı para topluyoruz. Sizlerinde cemiyetimize ufak yardımlarınızı bekliyoruz. Makbuzlarımız 5 liradan 100 liraya kadardır. Yardımlarınız için şimdiden teşekkür ederiz.
Genç kız adamın yanında öyle sakin duruyor nereye çekerse oraya gidiyordu.
-Kardeş bir on liralık versene
Kız, sanki kör değilmiş, bütün yolcuların bakışlarının üzerinde olduğunu sezer gibi, açık kumral yağlı saçlarıyla yüzünü perdelemiş, başı önünde devamlı:
-Allah sizden razı olsun, Allah hepinize sevdiklerinizi bağışlasın, Allah kimseye böyle dert vermesin. 
Banta alınmış kaset gibi mırıldanıyordu. Bu arada paraları büyük bir iştahla toplayan adamın keyfine diyecek yoktu. Yavaş yavaş bizim koltuğa kadar geldiler. Yanımdaki köylü bir on liralık uzattı, makbuzunu aldı. Ben o sıralarda öğrenimim için gittiğim Almanya’dan gelmiş, kapalı çarşıda annemle alışveriş yaptıktan sonra, orası burası derken Mahmutpaşa’dan Sirkeci’ye inivermiştik. ‘ gel anne trenle gidelim’ diyince de trene binmiştik. Cebimdeki son elli lirayıda böylece adama verdim. Paraların toplama işi bir çırpıda öbür istasyona varana kadar olupbitti. „İyi yolculuklar” dileyerek kompartımanı terkettiler. Tekrar kapılar kapanıp yola koyulduğumuzda trenin, çocuk beşiği gibi sallanmasından mı? Yoksa akşam güneşinin rahatsız etmesinden mi? annem gözlerini kapatmıştı. Arkamda derin derin soluyan birinin çıkardığı ses dışında, yolcularda bu ama kızı düşünürmüş gibi sessiz sedasızdılar. Ben de annemin o tombul şirin yüzüne bakarak bu sessizliğe, hareketsizliğe uymuş, eski günleri düşünüyordum. Nerede o taze yüzlü anam? Bana ilk defa senelerin yorgunluğu ve üzüntüleriyle ne kadarda yaşlanmış ve çökmüş göründü. Sanki yorgunluğunu ispatlarcasına o anda bir boncuk ter şakağından yanağına doğru trenin her sallanışında aşağı doğru süzülüyordu. Çenesindeki ter damlası, vuran güneşle pırıl pırıl parlıyor, bende ışıkta derin düşüncelere dalıyordum. Birden o ses 5 milyon lira 5 milyon lira gözümün önünde, ayaklarımın altındaydı. Aman allahım ne güzel dünya. Parıltılar içinde zengin olmuştum. Omuzuma dokunan bir el ile irkildim.
-Biletiniz kardeşim rahatsız ettim kusura bakma!
Sersem sersem ben biletimi ararken, ‘sayın yolcular milli piyango 5 milyon dağıtıyor, zengin olmaya fırsat, yarın çekiliyor!’ hay Allah biletimiz neredeydi? Şaşırmış kalmıştım. Oraya bak... Buraya bak... Sanki kuş olup uçmuştu biletlerimiz... Nihayetinde paramparça ayaklarımın dibinde buldum. Düşüncelere daldığımda biletimizi fare kemirir gibi parça parça etmiştim. Yerden parçaları alıp kondüktöre gösterip yanlışlıkla biletlerimizi parçalamışım dedim. Bereket versin adamcağız iyiymişte bir şey demedi gitti. Hala sersem gibiydim. Pencereden dışarı baktım. Yamuk yumuk ahşap, yılların yorgunluğundan birbirlerine yaslanmış, zorla ayakta durabilen, pencerelerinden dışarı uzanan pipo gibi soba bacaları, allı pullu perdeleri, tülleri, pencere önlerinde rengârenk çiçekleri olan sevimli evler... Anneme baktım o hala yüzünde yorgunluğun ifadesi başı sola düşmüş, hırlıyarak uyuyordu. Daha kompartımıza birçok satıcılar girdi çıktı. Bir saate yaklaşan yolculuğumuz sanki bana dünya turuna çıkmış gibi o kadar uzun ve değişik geldi ki. Tren Yenimahhale’den Bakırköy’e yaklaşırken usulca anneme uzandım, yavaşça ellerinden tuttum.
‘Anne uyan geldik ‘sıçrıyarak gözlerini açtı.
Yorgun beyni kimbilir yine hangi problemini çözmeye çalışmıştı o ara. Torbalarımızı alarak kapıya doğru ilerledik. Sanki yıllarca içeride oturmuş gibi benimsediğim yaşlı trenden indik. Dönüp bir kez daha baktım ardıma. Kimbilir bizim yerimize kim oturmuş, daha neler görecekti... Yaşlı trenin kapıları kapandı. Seferini tamamlamak üzere bir kez daha inleyerek kalktı... İçimde biraz burukluk... Neler yaşatmıştı bu tren bana... Biz istasyondan dışarı çıkarken, Bakırköy açıklarında acı acı son düdüğünü duydum ‘daha koşabilirim merak etme ‘diyordu sanki. ‘Güle güle yaşlı tren! Yolun açık olsun!
 


Bugün 24 Eylül 1988. Tren, yolcularını aksatmadan taşımaya devam ediyor. Dünyadan çok güzel şeyler eksildi. Sevdiğim insanların artık birçoğu resimlerde ve sessizleştiler. Anneme olan özlemim her geçen gün daha da artıyor. Kucaklamak doya doya öpmek istiyorum. Herkes gibi bende annemi hala çoook.... Ama çooook özlüyorum.
Şubat 2017
Ben Almanyada üniversitede okurken çok sevdiğim dayımı kaybettik.
Ah dayım, o güleç sevimli güzel yüzünü çok ama çok özlüyorum.
Sigara kokan boynuna sarılıp, sakallı yanaklarından öpmek istiyorum…
Beraberce yediğimiz akide şekerlerinin tadı hala damaklarımda ..
sigara külün yere düştüğünde, göz göze geldiğimiz o anlar canlanıyor hatıralarımda…
 
senden bana yadigar çene çukurum, her aynaya bakışımda bana, seni hatırlatıyor.
Bir akasya ağacı görsem, dallarından yaptığın düdüğün sesi kulaklarımda çınlıyor…
 
sessiz yaşayıp... sedasız gittin bu dünyadan….
Bıraktığı önemli şey daha var bana, dayımdan.
paylaşmayı öğrendim ben biricik dayımdan.
 
Üsküdara giderken aldı da bir yağmuru çok severdin.
Duyduğunda yerinde duramaz kalkar hemen oynardın
 
Ardından Cevizlik mahallesinin Zonguldaklı Hacer annesi, sevgili annanemi kaybettik.
Dayımın vefatından sonra Zonguldak Ereğlisinin Cuma Köyünde bir kaç ay kaldıktan sonra, warshawa ile gece yarısı Ahşap köşke döndüklerinde, arabanın arka koltuğunda sessiz sedasız son nefesini vermişti...
 
En son, sabah karanlıklarında pencerelerden takip ettiğimiz sansarı artık uzun zamandır göremediğini söylemişti bana. 
Bakırköy’ün oymalı, rengarenk camlı, çiçeklerle bezeli pencereleri, işlemeli ahşap evleri birer birer yok oldu gözlerimizin önünden, büyük seyirci kütlesinin eşliğinde cayır cayır yakıldı, yıkıldı o tarihi eserler, kimseler görmezden geldi, kül oldu. En son annanem ve teyzemlerin oturduğu rengi sonradan sıvanıp yeşile boyanan tarihi köşk de yıkılıp yerine yüksek beton bina yapılınca, hiç bi tarihsel yapıt kalmadı Bakırköy Cevizlik mahallesinde. birer birer silindiler günlük yaşamın sahnesinden...
Annem babam teyzem derken... sıralı sırasız... terk ettiler bu yaşamı...




 

Özdal abileri bilmiyorum 
Hermanlar Amerika Birleşik Devletlerine göç ettiler
Aleko beyin vefatını duydum. Bu güzel insan şimdi oralarda da neşe saçıyordur muhakkak.
masmavi gökyüzündeki bembeyaz martıları, simitlerin paylaşıldığı çay bahçelerini arıyorum.
Merhum Kirkor Cezveciyan (Kenan Pars) da artık aramızda değil...
Tarık Akan da bizlere çok şey bırakıp gitti...
Beyaz zambak sokaktaki Münir Özkul son terk edendi Bakırköyü...
Baruthane çayırlarında artık ne sütçüler var. ne köy evleri... Rengarenk çiçekli yemyeşil çayırlarda koşuşan neşe dolu çocuklar, ayamama deresinin kenarlarında otlayan inekler,
anlattıklarımı renklendirin hafızalarda; burası Bakırköy…
huzurla akan tertemiz Ayamama deresi artık bir kanalizasyon olmuş, pisliği taşıyamıyor…
pencerelerinde muhteşem begonyaları, güzel evleriyle o masalllardaki evleri bile kıskandıran o ahşap evler ve hanımefendiler? Yoklar!
sıra sıra gökdelenleri gördüğümde, anlattıklarıma inanmak o kadar zor ki!
Ahşap köşkün böğründen koskoca renksiz bir beton bina yükseliyor gök yüzüne şu an Kırmızı Şebboy sokakta. (Oda yıkılmış)
Sansarlı kırmızı şebboy sokağını artık bir tek hayallerimde renklendirebiliyorum
Yaşadığım herşey bir masal gibi artık… Küçük çocuk ‘ ben’ bile yokum artık Cevizlik mahallesinde... Uzaklardayım çok uzaklardayım …her eski Bakırköylü gibi bende Aleko beyin, Özdal abinin çekiçinin, kumruların sesini, özleyen, Bakırköylüyüm. Her şey burnumda tütüyor…
Ahhh Bakırköy!




Yıldırım Özener
(2018)
SON…
Hazırlayan: Yüksel Yıldırım
Zonguldak Nostalji