Değerli okuyucular, sabah akşam koronovirüs dinlemekten veya okumaktan artık yorulduk. Halbuki hayat devam ediyor ve hayatta başka şeyler de var. Bu nedenle, bu günkü yazımda sizleri koronavirüs karamsarlığından kurtarıp, bir nebze de olsa gülümsetecek, daha değişik ve eğlenceli şeyler yazmak istiyorum.
   Bu arada, aslında profesyonel bir yazar veya gazeteci olmadığımı, yazılarımı sizlerle bir şeyler paylaşmak amacıyla amatörce yazdığımı da hatırlatmak istiyorum. 
   Evet, şimdi gelelim asıl konumuza. Bu günkü yazımda benim hazırladığım ve editörlüğünü yaptığım,  Maden Mühendisleri Odasının ''Anılarla Madencilik'' ismiyle yayınladığı ikinci kitabımdan alıntılar yapmak istiyorum. Bu kitapta mesleğinde en az 40 yıl hizmet vermiş maden mühendislerinin her biri ders niteliğinde  anıları var. Hatırlarsanız daha önce yine bu kitaptan aldığım bir anıyı Papila'nın İkramiyesi başlığı ile yazmıştım ve çok da beğenilmişti. Biraz da bundan cesaret aldığımı söylemeliyim.
   Kitaptaki 143 anının büyük bir çoğunluğu ancak madencilerin anlayabileceği teknik konularla ilgili. Sizlerin de çoğunuz madenci olmadığınıza göre, doğal olarak fazla teknik detayı olmayan anıları aktarmak istiyorum. Tabii ki madenci anıları genellikle trajiktir. Ama ben bu kara günlerde sizlerin, özellikle evlerde hapis olanlarınızın  komik şeyler okuma ihtiyacında olduğunuzu bildiğim için, kitapta sadece 6 tane bulabildiğim öykü tadındaki anıları sizlerle paylaşmak istiyorum.. Bu konuyu ikişer öykülük  3 bölümde ele almayı düşünüyorum. Bu bölüm 1.cisi..
   
   İlk öykü, çoğunuzun tanıdığını düşündüğüm, TTK eski genel müdürü, kadim dostum Rıfat Dağdelen'den geliyor..
 
   EŞŞEDÜEEEN!
   '' 20 Mart 1972 tarihinde, o zamanki ismiyle Ereğli Kömürleri İşletmesi Müessesesi (EKİ) Karadon Bölge Müdürlüğü'nün Karadon Bölümünde ocak mühendisi olarak göreve başlamıştım. Sorumlu olduğum ocakta 250 işçi, 17 nezaretçi (Maden başçavuşu) çalışıyordu. Ocağın günlük üretimi ise 500 ton civarında idi.
   Çalıştığımız kömür damarının ismi Karamanya idi ve oldukça dik meyilli bir damardı.
   Bir gün vardiya sorumlusu olan nezaretçi ile Karamanya damarının içinde hazırlanan 120 metre boyundaki ayaktan (Benim notum: Ayak, kömür damarı içinde üretim yapılan uzun ve dar alan. Burada damar çok meyilli olduğu için ayak da oldukça meyillidir.) aşağı iniyorduk. Ayağın üst tarafında işçiler kömür kazıyordu. Biz ayaktan aşağıya ininceye kadar, yaklaşık 15 dakika aşağı kömür akıtmamalarını işçilere tembihlemiştik.
   Ayağın dip kısmına indiğimizde, çıkış yolunun kapalı olduğunu gördük. Ayak dip yolundaki kömür nakliyatı geciktiği için yukarıdan gelen kömür çıkış yolunu doldurarak kapatmıştı. Çıkış yolunun açılmasını beklerken, bizim 15 dakika dolmuş ve yukarıdaki işçilerin kazdıkları kömür üstümüze doğru akmaya başlamıştı. Nezaretçi ile domuz damlarının (Benim notum: Domuzdamı, kömürün kazılması nedeniyle meydana gelen boşluğun üzerindeki taş veya kömür tabakalarını çökmesini önleyen bir nevi ağaç tahkimat) arasındaki küçük boşluğa sığındık. Nezaretçi yukarıdaki işçilere çalışmayı durdurmaları için bağırıyordu ama basınçlı hava ile çalışan kömür kazı makinalarının takırtısından sesini duyurması mümkün olmuyordu.
    Bu arada, ayağın arkasında kalan boşluğun üzerindeki tavan göçmeye başladı. Bu göçmenin sebep olduğu gök gürlemesini andıran sesten ve meydana gelen yoğun tozdan bayağı ürkmüştük.
   Bu arada nezaretçi ''Eşşedüeeen, eşşedüeeen!'' diye bağırmaya başladı. Ben de herhalde burada kapana kısıldık, nezaretçi ölüm korkusu ile Kelimeyi Şahadet getiriyor diye düşündüm. Fakat ben de çok korktuğum halde, mühendis korkuyor demesin diye de renk vermemeye çalıştım.
   Bu korku dolu dakikalardan bir müddet sonra, dip kısma vagonlar gelip kömürü aşağı çekmeye başlayınca, çıkış yolu açıldı ve biz de ayak dibine inebildik.
   Aynı nezaretçi ile daha sonraki ocak gezilerinde ''Eşşedüeeen''in anlamını öğrendim. Meğerse, Zonguldak şivesi ile, ''Aşağıdan!'' diye bağırıyormuş. Aşağıdaki işçilere, madenci jargonu ile, ''Buradayız, çıkış yolunu açın.'' demek istiyormuş!
 
   İkinci öykü de, yine EKİ'de uzun yıllar çalışmış, Çetin Çultu ağabeyimizden..
 
   GÜL KOKULU LAĞIM (Lağım:Yer altı işletmeciliğinde, taş içinde açılan galeri, tünel)
    Zonguldak EKİ Müessesesi Gelik Bölümü ocağında, 1962'de maden mühendisi olarak işbaşı yapmıştım. Yeraltı iş yerlerini denetleme yaptığım bir gün, ocak şefi olan nezaretçiye ''- 50 katındaki lağımın son durumunu görelim.'' dedim.
   Ocağa indikten sonra çalışılan yere yaklaştıkça, havada belirgin bir gül kokusu vardı ve giderek de artıyordu.
   Çalışanları yemek molasında bulduk. Beş işçi yere serdikleri eski tarihli bir gazete üzerine işletmenin verdiği kumanyalarını açmışlar, evlerinden getirdikleri yemekleriyle beraber yiyorlardı. Sırayla ortadaki tasın içine ekmek doğranmış pembe şerbeti kaşıklıyorlardı.
   Adet üzere, ''Bereketli olsun'' dedikten sonra biz de buyur edildik.
    ''Ustalar, bu güzel sofrada gül kokusu kokluyorum. Gül de görünmüyor, sırrınız nedir?'' dedim.
   Şef de dahil, işçiler arasında utanmakla karışık gülümsemeler oldu. İşçiler birbirine bakarak sanki ''Sen söyleyiver'' der gibiyken, ocak şefi, ''Bey, bunlar çalışırken terliyorlar. Lağımın esintili serin havasında kendilerini üşütüp sık sık öksürüyorlar. Doktordan aldıkları öksürük şurubunu ocağa getirip, sulandırıp, hoşaf yapıp içine ekmek doğrayarak kaşık kaşık içiyorlar. Boğazlarına pek de iyi geliyormuş gül kokulu şurup!'' dedi.
   Pratik zekalarına hayran olmuştum. İşletme doktoruna anlattığımda gülmekten kırılmıştı.