Ben Amerikan western filmlerini çok severim. Buldum mu da kaçırmam. Yıllar önce televizyonda yine böyle bir western film seyrederken aklıma birden Zonguldaklılar geldi. Western film ile Zonguldaklılar'ın ne alakası var diyeceksiniz. O zaman anlatayım.

   Filmde geleneksel olarak yine Beyazlarla Kızılderililer savaşıyor ve her zamanki gibi Beyazlar galip geliyor. Sonuçta Beyazlar Kızılderilileri kendi topraklarından koparıp ormanın iç kısımlarına doğru sürüyorlar. Artık burada yaşamalarını istiyorlar.

   Ama Kızılderililer burada yaşamak istemiyorlar; burada yaşamakla ölümü eşdeğer görüyorlar. Zira burada Kızılderililerin tek geçim kaynağı olan av hayvanları yok. Avcılıktan başka hiç bir şey bilmeyen Kızılderililer için ise bu ölüm demek. Peki ne yapıyorlar? ''Yüce Manitu bizi ölüme mahkum etti!'' diye, ormanın içindeki yemyeşil vadide, akan derenin kenarındaki çimenlere uzanıp ölümü bekliyorlar!

   Görüldüğü gibi, Kızılderililer'in yeni yurtlarında orman var; su var; yemyeşil vadiler var. Ama av yok diye Kızılderililer kendilerini ölüme hazırlıyorlar. Yani varlık içinde yokluk ve ölüm!

   Gelelim şimdi bu filmi seyrederken neden aklıma Zonguldaklılar geldi sorusuna: Kızılderilier için avcılık ne ise Zonguldaklılar için de kömürcülük o olduğu için! Yani her iki tarafında tek bildiği bunlar. Başka bir şey yapmak akıllarına gelmediği için varlık içinde yokluk çekiyorlar.

   Sanki Zonguldak'ta kömürcülük biterse Zonguldak da bitecek korkusu sarmış Zonguldak halkını.Özellikle rödevanslı işletmecilerin üretimlerini durdurması veya azaltması nedeniyle bu korku daha da artmış durumda. Adeta Zonguldak'tan kaçan kaçana!

    Tabii ki kömür işletmeciliği artık Zonguldak'ı doyurmayacak. O zaman Zonguldak halkı Kızılderililer gibi ölümü mü bekleyecek veya şehri terk mi edecek? Sanki Türkiye'deki veya dünyadaki diğer şehirler kömürden mi geçiniyor? Filmdeki Kızılderililer gibi Zonguldaklılar'ın da yemyeşil ormanları, akarsuları ve verimli toprakları var. Onlardan faydalanmayı neden öğrenmiyoruz?                                                         

    Örneğin,benim köyümün de içinde bulunduğu Çaycuma'yı ele alalım.

    Ben dünyanın birçok yerini gezdim; Çaycuma gibisi zor bulunur. Neden mi? Çaycuma'nın denizi var; nehiri var; yemyeşil ormanları ve vadileri var; karayolu var; tren yolu var; hava yolu var ve hatta deniz yolu bile var. Filyos Çay'ı denizden 66 km. içerilere kadar girildiğinde sadece 33 m. kot farkı yapıyor. Bu ne demek? Bu çay kanal içine alınırsa en azından küçük gemiler 66 km. içerilere kadar girebilir demek. Bu da dünyanın en ucuz taşımacılık sistemi olan deniz taşımacılığının avantajına sahip olmak demektir. Ayrıca, bu Çay'ın kanal içine alınması ile kazanılacak çok verimli araziler bir kaç tane Zonguldak'ı besleyebilir.  

   Şimdi görüyorsunuz, tanrı Çaycumalılar'a birçok olanaklar ihsan etmiş; bu durumda Çaycumalılar Kızılderililer gibi Filyos Çayı'nın kenarında yatıp ölümü mü bekleyecekler? Yoksa kafalarını  kullanıp, özellikle sanayileşmek için, bu nimetlerden yararlanacaklar mı?

   Yine, bildiğim için, yine Çaycuma'dan bir örnek ve bir öneri: Daha önce de Çaycuma köylerindeki tarlalar bölük börçük ve dağınık durumda idi ama nüfusun artması ve tarla ve bahçelerin çocuklar arasında bölünmesi ile bu dağınıklıklar ve küçülmeler tabiatiyle daha da arttı. Küçülen araziler artık aileleri doyuramadığı için köylüler tarımı bırakıp başka geçim yolları aradılar; kimisi de göç etti.. Köylülerle konuştuğumda arazilerinin işlenmesinin ekonomik olmadığını ve bu yüzden de boş bıraktıklarını söylediler. Tabii haklılar. Bir kaç parça tarla için tarım makinaları almak, bunları fenni bir biçimde sulamak, gübrelemek ve ilaçlamak ekonomik olabilir mi?

    O halde ne yapmak lazım? Tabii ki toprak reformu! Örneğin, önce tarlalar ve bahçeler birleştirilerek çiftlikler haline getirilebilir. Sonra da bu çiftlikler köylülerin kuracağı kooperatifler veya çiftliği kiralayacak müteşebbisler tarafından işletilebilir. Böylece modern tarım makinaları ve araçları kullanılabileceğinden,  büyük çaplı ve ekonomik tarım yapma imkanları da doğacaktır. Sonuçta elde edilecek kar da herkesin toprağı oranında pay edilebilir.

    Zonguldak için başka bir örnek: Zonguldak turizm için cazibe merkezi haline getirilebilir. Deniziyle, harika doğasıyla, eşsiz mağaraları gibi zenginlikleri ile bu mümkündür. Halkımız, özellikle yaz tatillerinde genellikle batıya veya güneye gitmektedir. Yani, Aziz Nesin'i haklı çıkartmak istercesine sıcaktan kaçmak için daha sıcak yerlere gitmeye mecbur kalmaktadır. Halbuki, eğer Zonguldak'ta turizmin alt yapısı oluşturulsa, entegre turizm tesisleri ve kompleksleri kurulsa; iyi bir tanıtımla, özellikle Ankara'nın ve İstanbul'un Zonguldak'ı tercih edeceğine ben şahsen inanıyorum. Sadece  olağanüstü harika olan günbatımını seyretmek için bile birçok insan Zonguldak'a gelebilir. Amasra örneğini görmüyor muyuz? İnsanlar sadece balık yemek ve doğayı seyretmek için bile bu küçük kasabaya akın akın geliyorlar. Yani Zonguldak'ın balığı ve doğası Amasra'nınkinden aşağı mı? Tam tersine daha da güzel!  Sadece reklam eksik!

    Turizm deyince aklıma geldi: Ben TTK'da genel müdür yardımcısı iken bir daire başkanımızı (Mesut Öztürk) Japonya'ya görevli göndermiştik. Dönüşünde, neler gördüğünü anlatmasını istediğimde, bana şu ilginç bilgiyi vermişti: Japonlar kömür ocaklarını kapattıkları bir şehri ayakta tutmak için, terk ettikleri yeraltı kömür ocaklarını turizm tesislerine çevirmişler. Yerin altına müzeler, eğlence yerleri ve alış veriş merkezleri tesis ederek eski ocakları cazip bir turizm merkezi haline getirmişler.  Zonguldak'ta da kapatılan bir çok ocak var, ve bu gidişle daha da olacak! O halde aynı uygulama Zonguldak'ta neden olmasın?

    Kısaca; Zonguldak'ta un var; şeker var; yağ var ama helva yapacak bilgi ve usta lazım!

   Zonguldak'ın kalkınması ve geleceği ile ilgili projeler daha da çoğaltılabilir. Örneğin, Zonguldak seracılık, mandıracılık veya arıcılık gibi  konularda biçilmiş kaftandır. Ayrıca bu projeleri yapıp uygulamak  zorundayız da. Zira bu şehri sadece kömüre bağımlılıktan kurtarmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Ama bir sorun var: Projeleri yapmakla bu iş bitmiyor; esas iş bu projeleri gerçekleştirmekte. Bunun için, özellikle devlet desteği gereken büyük projeler için, siyasi otoriteye ihtiyaç var. Bu otorite Ankara'da ve bu otoriteyi harekete geçirecek güçlü bir lobi gerekiyor.. Ama ne yazık ki Zonguldak'ın Ankara'da böyle bir lobisi yok; hatta hiç yok! Uzun zamandır Ankara'da bulunduğum ve devletin işleyişini yakından gördüğüm için ben bunu, yani Zonguldak'ın Ankara'da güçlü bir lobisi olması gerektiğini; aksi takdirde Türkiye pastasından pay alamayacağını, yıllardır söyleyip duruyorum. Ama Zonguldaklılar Ankara'ya yaptırım gücü hiç olmayan 3-5 milletvekili göndermekle bu işin olacağını sanma yanlışını ısrarla sürdürüyorlar.

    Bir Filyos Projesi var. Her nasılsa zamanında yapılmış. Ama yıllardır hayata geçirilemiyor. Bu konu her seçimde siyasi malzeme yapılıyor ve siyasetçilerden hep aynı hikayeyi dinleyip duruyoruz. Sonra da seçimden sonra unutulup gidiyor; ta ki  bir dahaki seçime kadar!  Bu konu bende şu fıkrayı çağrıştırıyor:

    Yaşlı avukat, oğlu hukuk fakültesini bitirip avukat olunca karşısına alıyor ve şöyle diyor: ''Oğlum, ben artık yoruldum. Kendimi emekliye ayırmak istiyorum. Nasılsa sen de avukat çıktın. Gel bu büroyu ve elimdeki dosyaları sana devredeyim;  bundan sonra bu işleri sen yürüt.''   Oğlan'da ''Peki baba'' deyip büroyu ve işleri devralıyor.

     Aradan birkaç ay geçtikten sonra baba avukat oğlunu ziyarete gidiyor ve ''İşler nasıl gidiyor?'' diye soruyor. Oğlan'da ''Baba, işler çok iyi. Bak senin 15 senede bitiremediğin davayı bile bitirip dosyasını kapattım.'' deyince baba zıplıyor. ''Oğlum sen ne yaptın? Ben o dosya ile 15 senedir evi geçindirdim. Seni ve kardeşini okuttum. Böyle bir dava bitirilir mi?'' diye oğluna çıkışıyor.

     Bizim Filyos Projesi de avukatın dosyası gibi. Politikacılarımız yıllardır kullanıyor. Bakalım kaç seçim daha idare edip Zonguldaklılar'ı oyalayacaklar. Halkımızda bu sabır ve kuzu uysallığı varken herhalde uzun zaman daha bu böyle gidecek!  Projenin gerçekleşmesini görmek bizim nesile  nasip olmayacak gibi; inşallah bizden sonrakiler görür!

     SON SÖZ: Kabahati Manitu'da bulmayalım; aklımızı kullanalım!..

 

ŞERAFETTİN ÜSTÜNKOL