Kendini, yaşadığın dünyanın içinde, süregelen çelişkilerden sorumlu hissetmek buna rağmen hiçbir şey yapamamak acizlik mi bilmiyorum fakat hiç matah bir şey değil, onu çok iyi biliyorum. Bahaneler, nedenler, mazeret olmamalı, lakin…
Etrafıma ve yaşanan, yaşanmakta olan olaylara adam akıllı baktığımda, içime kaçıyorum nedense. Tepkisiz, vurdumduymaz bir kaytarma içgüdüsü doğuruyorum ve zırhlar örüyorum çok şey bildiğini zanneden şuursuzlar yüzünden.
Altı, içi,  boş, hiçbir ağırlığı olmayan karakter fukaralarının, yandan çarklı sığınmacı ideolojik makyajlarına harbiden de kafa yoruyorum. Nedir bu bir avuç insanın, birilerinin maşalarının ucunda soytarılık yapmaları, anlayabilmiş değilim. Kendine ve kendinden olana saygı duymayan birinin, ne faydası olur ki toplumsal yaralara, yazgılara.
Her hangi bir oluşumun içinde öylesine var olup, kıyısından köşesinden dokunmanın tatminkârlığında ki kara cehaleti ise anlatabilecek mecalim yok, söz dizgilerim ise zaten kifayetsiz.
Tarihsel dokümanların arasından tamda üstüne basmak adına, yani eşitlik ve insan olabilmek adına öne çıkan, sivrilen, bir iz, bir imza bırakanların, yani arşivlerde insan olabilmenin, eşit olabilmenin yollarında, gözü kara mücadele edenlerin, yüz karası olduklarını düşünüyorum bu günün görüntüden ibaret olan piyonlarının soytarılarının.
 Evet, bugüne değin daha iyi yaşanabilir bir dünya için mücadele etmeninde ötesinde, kendini kurban edecek kadar gözü kara olanların, şu verdiğim örnekler dâhilin de olanlar, evet yüz karası onlar. Bu bağlamda bir öz eleştiri yapıldığında (kim kendine adil olur böyle bir durumda tartışılır) insanlık uğruna, insanca yaşamak uğruna savaş veren, onlarca yüzlerce insanında anısına saygısızlık ediliyor diye düşünüyorum.
Ne zaman kadın erkek ayrıştırmalarının yapıldığı platformlarda has bel kader bulunduysam, hemen hemen hepsinden şaşkınlığım ve çaresizliğim artarak ayrılmışımdır. Beni hayal kırıklığına uğratan, erkekler kadar, kadınlar (bazı) kadınlar olmuştur ne yazık ki.
Dava insanı olmak ve inanarak mücadele etmek, öyle soytarılık yapmakla falan olacak işler değil. Ama günümüzde ne yazık ki oyalanmak için ve oyalamak için iyi bir yöntem, iyi bir tatminkârlık yolu. İçini ne kadar doldurduğunuzun, onların gözünde, bakış açısında hiçbir önemi yok.
Bu (bazı) kadınlar ve bazı sivil toplum örgütlerinde boy gösteren, evet evet sadece boy gösteren, birkaç kadın topluluğundan söz etme ihtiyacı hissettim bu hafta ki köşe yazımda. Zira mücadele etme ve topluma küçücük de olsa bir fayda sağlama isteğimi onlar ve onlar gibiler köreltiyor.
Neden mi? Sadece bir örnek…
2011 yılının bahar ayında Kentimizde bulunan bir alışveriş merkezinde, ilk kitabımın imza ve söyleşi günü vardı. Nasıl heyecanlıydım anlatamam, yüreğim serçe kuşuna eş, ele avuca sığmıyordu adeta. Organizasyonu yapan kitapevinin, etkinliğe katılan bütün yazarları, imza günlerinden önce, eşleştirdiği yazarlarla bir araya getirdiği, daha yakından tanımak adına sohbetlerin edildiği günlerden sonra, karşılıklı bir fikri olmanın yanı sıra, olduğu kadarıyla da güven sağlanıyordu.
Ben o gün için bu organizasyonun belki en acemi yazarlarından biriydim. Üstelik “Kırkımdan Sonra Azmadım. Kırkımdan Önce Yazmadım” isimli kitabımla ulusalda, yazılı ve görsel basında konuk olma önceliğimde olmuştu defalarca. O günlerde içine yolcu olduğum kulvarın ağırlığından, sorumluluğundan tırsıyordum ne yalan söyleyeyim.
Hakkım olmadığını düşünüyordum, sonradan öğrendim ki bu dünyada bir başkasının sınırlarını ihlal etmediğin sürece, becerebildiğin, başarabildiğin sürece, istediğini yapma hakkın var.  Ama ne yazık ki bu kentin evladı olmak, bana üvey evlat muamelesi yapılmasına engel değildi, bu konu çok uzun ve benim açımdan çok yaralayıcı, incitici bir konu, ilerde yazar dertleşiriz nasılsa.
Siz hiç hayalleri içine sığmayan ve hayalleriyle hayata tutunan insanları yakından tanıdınız mı bilmiyorum ama bunu bir düşünün ve tanıyın olur mu? Buraya şimdilik bir virgül koyalım ve hemen konuya dönelim. Neden (bazı) hemcinslerime öfke ve kırgınlığım ve inancımı kaybetmem ona değineyim.
 İmza günü ve söyleşimin öncesinde ki son toplantıda, organizasyon sorumlusu görevliyle basına tanıtım aşamasında yaşadığım utancı anlatamam. Bunun iadesini sabırsızlıkla bekliyorum, elbette muhataplarına benim tarafımdan da iade edilecektir zamanı geldiğinde.
Tv çekimlerinin iptalinden, yazılı basının uzaklaştırılmasına kadar birçok engelle karşılaştım.
“Destek aldığım büyüklerimde oldu, onlar saygımla zihnimin başköşesinde.” Yetmedi, ziyaretçi defterine katılımcı yazarlarla ilgili duygu ve düşüncelerini yazmaları istenen okuyucuların, söz konusu ben olduğumda, benimle ve yapmaya çalıştığım işlerim ile ilgili, duygularını düşüncelerini yazmak yerine, abuk subuk ve hatta saçma sapan şeylerle sanırım kıskançlıklarını kusmuşlardı. İfşa etme arzusunda olsam da isim isim yapmayacağım, biliyor onlar kendilerini.
 Sivil toplum örgütlerini güya temsil eden (bazı) kadınlar benim ve ailem hakkında birbirine benzeyen kelimelerle, beni nasıl aşağıya çekebileceklerini çok düşünmüş olmalılar ki satır satır saçmalamışlardı. Eğitimimden, eşimin mesleğine ev hanımlığımdan yoksul günlerimize kadar akıllarınca canımızı yakmak niyetinde koordineli gelmişlerdi AVM ye.
 Yetmemiş, benim bir köyüm olduğunu ve köyüme dönmem gerektiğini “şehir kadını profiline yakıştıramadılar her halde” salık verebilecek kadarda beni düşünmüşlerdi sağ olsunlar. Bir gün öncesinden “buraya yazamayacağım daha nice sözleri” bütün bunları bana, bu kentin evladı olmayan birinin, utana sıkıla söylemeye çalıştığı şeylerin ağırlığını kaldırmam elbette zor oldu. Ertesi günkü imza ve söyleşi gününde boğazıma takılan kelimelerle konuşma yapmak, kendimi ve yaptığım işi ifade etmek bir yana, zırıl zırıl ağlamıştım bütün gün.
Onların tespitini ben değil, ama bana inanan güvenen o yabancı insanlar yapmıştı zaten. Yüzlerindeki o ifadeyi gördüğümde ise, doğru yoldasın devam, inadına devam demiştim, bilmem anlatabildim mi?
Yolun doğruysa, yürüyecek dermanı da buluyor insan.
Geçen yıl Beşiktaş belediyesinin organize ettiği bir etkinliğe davetliydim, tıpkı bu yılda davet aldığım gibi. Orada, Fazıl Hüsnü Dağlarca şiir ödülleri gecesinde duyduğum şairin sözü, benim yaralarıma iyi bir merhem olmuş ve ben kendimi iyileştirmeye başlamıştım.
 Şöyleydi o muhteşem söz.
 “Şairin tanınamaması doğduğu yerin karanlığındandır.”
“Şair yazar olmak he deyince olan bir şey değil, çıraklık, kalfalık, ustaların gölgesinde olmak bile bir mucize benim için.” Doğduğum yerin bazı insanlarının karanlığı ve kulaktan kulağa oynadıkları oyunları bildiğimden, hiçbir zaman ben toplumsal olaylarda aktivist olamadım.
Bu içimde derin bir yaradır. Desteğimi her zaman bireysel verdim, ortalıkta şov yapmadan boy göstermeden sorumluluklarımı yerine getirmeye çalıştım. “Bu arada işini iyi yapanları tenzih ediyorum hatta onlara saygım sonsuz.” Ben sadece yazdım, önce yüreğime yazdım, sonra da kâğıtlara. Bana bu dünyada ki bazı kavramların, sorumluluk alanlarca içinin doldurulma telaşı, işte bu gibi nedenlerin çokluğundan inandırıcı gelmiyor.
Ayakları yere sağlam basamayanların yollarından yürünmez.
Hiç kimsenin maşası olmadım, kadın erkek eşitliğinde ise hak verilmez alınır sözünü destur yaptığımdan, mücadelemi kendi çapımda sürdürüyorum. İnanın ortalıkta şov yapanlardan daha çok kişiye uzanıyor elim, söz konusu yardımsa eğer. En azından hiç kimsenin ayağını kaydırmak gibi aciz oyunların kuklası değilim, olmadım olmayacağımda. Çünkü ben insan olmanın yolunu keşfedeli çok oldu, şu maşa olanlara da tavsiye ediyorum formülü var elbette.
Şöyle ki… Öncelikle İnsan olabilmeleri gerekiyor, çok çalışmaları ve çok çok arınmaları. Unutmadım yüreğimi kanatanları, unutmayacağım da onlara da ara ara hatırlatacağım.
Davasını kutsamayan hiçbir insan yol gösterici olamaz bir başkasına.