Çocukluk ve gençlik yıllarım dahil kırk yılımı geçirdiğim Kilimli benim için çok özeldir. O yıllarda  Kilimli zamanın Türkiye'sinde çölde vaha gibi gibi güzel bir kent olduğu kadar güzel insanların da harman olduğu bir yerdi. İşte bu güzel insanlardan biri de Berber Lütfü'dür.
   Ben kendisine ''Muciddin Abi'' derdim. Neden öyle dediğimi şimdi anlatacağım. Ama önce onu size tanıtayım.
   Berber Lütfü bahsi geçen 1970'li yıllarda 60'lı yaşlarda, ince uzun boylu, kafasının ortası kel ama yanlardaki ve arkadaki saçları uzun, gözlüklü ve entel görünüşlü bir adamdı. Görenler kendisini ilim adamı veya filozof sanabilirdi.
   Aslen Hopalı idi. Kilimli aşağı çarşıda eski belediye binasının sırasında, iki dükkan ötede berber dükkanı vardı. 
   Dükkanında aynı zamanda çeşitli çiçekler yetiştirir ve kendine göre bazı ilaçlar da yapardı. Hatta bir seferinde yüzümün küçük bir bölümünde sakal çıkmıyordu da oraya kendi imal ettiği bir sıvıyı sürerek sakallarımın tekrar çıkmasını sağlamıştı. Yani Berber Lütfü mucitliğe meraklı idi. Eğer okuma olanağı bulsaydı belki önemli bir ilim adamı olabilirdi. 
   Ben o zamanlar genç bir maden mühendisi idim. Tıraş olmaya ne zaman gitsem daha koltuğa oturmadan son keşiflerini anlatmaya başlardı. Ben de ona bu yüzden ''Muciddin Abi''derdim.
   Muciddin Abi'nin  keşiflerinden örnekler vermeden önce, onun hemen iki dükkan ötesinde dükkanı bulunan rakibi Berber Selahaddin'den de bahsetmesem olmaz.
   Berber Selahaddin kısa boylu,  kalın vücutlu ve geniş omuzlu, kırklı yaşlarda, çirkince ama kendisini çok yakışıklı bulan narsist bir adamdı. Bazen de ona tıraş olmaya giderdim. Fakat yarım saat süren tıraşın en az on beş dakikasını aynaya bakarak geçirirdi. Boynunu sağa sola çevirir, omuzlarını oynatır ve artistik pozlar vermeye çalışırdı. 
   Berber Selahaddin zaten film artisti olmayı da çok istiyordu. Artist olmak için fırsat kolluyordu. Selahaddin'in bu zaafını bilen Kilimli'nin hergeleleri, bir gün onun tanımadığı bir adamı film yapımcısı diye dükkana getirip kendisiyle tanıştırırlar. Sözde yapımcı deneme filmi çekmek ister. Bunun için deniz kenarındaki Aslan Kayası'nın yanındaki kayalıklara giderler. Selahaddin'e çeşitli pozlar verdirilir ve bazı artistik hareketler yapması istenir. Yapımcı elindeki içinde film olmayan boş fotoğraf makinesi ile güya çekim yapar. Selahaddin büyük bir zevkle söylenen her hareketi yapar. Ama aksiyon sahnelerinde çok zorlanır. Çünkü sahte yönetmenin verdiği ''kayadan kayaya atla, takla at, veya balıklama uç!'' gibi komutlar yüzünden kafası gözü yarılmıştı!
   Bu olaya o zaman çok gülmüştük. Selahaddin ile bir anımı  paylaşmadan geçmeyeyim.
   Bir gün diş çektirdim ve ağzımda kanama var. Sakal tıraşı olmak için Selahaddin'in berber dükkanına gittim. Selahaddin yüzümü sabunlarken bir yandan da aynaya bakarak artistik hareketler yapıyor tabii ki. Derken yolun karşısından geçen muhtarı gördü. ''Benim muhtara bir evrak imzalatmam lazım. Hemen gelirim'' diye dükkandan çıkıp gitti.
   Bekle bekle Selahaddin bir türlü gelmiyor. Yüzümdeki sabun kurudu. Bir yandan da ağzım kanıyor. Müthiş sıkılıyorum. 
  Tam bir saat sonra geldi.  ''Yahu nerede kaldın!'' diye çıkıştığımda; ''Kusura bakma. Muhtarı kaybettim. Sonra eve gittiğini söylediler. Ben de sora sora yukarı çarşıdaki evini ancak bulabildim. O yüzden biraz geciktim'' demez mi!
   Neyse, gelelim tekrar Muciddin Abi'ye!  Onun iki buluşunu anlatmak istiyorum.
   Bir gün yine koltuğa otururken, ''Mühendisim, trafik kazalarına artık paydos; çaresini buldum!'' dedi. ''Nasıl?'' dedim. ''Yolun ortasından beton bir duvar çekiyorum. Arabalar birbirlerini görmediği için çarpışma da olmuyor, yani kaza olmuyor'' dedi.
   Buna o zamanlar çok güldüm ve herkese de anlattım ama artık gülmüyorum. Çünkü Berber Lütfü haklıymış. Ben onun kadar ileriyi görememişim. Neden mi? O zamanlar saçma gibi görünen duvar çekme işinin sonradan yaygın olarak kullanılmaya başladığını görüyoruz da ondan! Belki bu duvarlar Berber Lütfü'nün hayalindeki gibi değil ama yolların arasının beton bloklarla ayrılması da aynı işlevi görmüyor mu?
   Gelelim ikinci buluşa: Yine bir gün gittiğimde, Berber Lütfü büyük bir sevinçle, ''Mühendisim, müjde, petrolü buldum!'' dedi. ''Yahu, hele bir anlat, nasıl buldun?'' dedim.
   Anlattı:''Efendim, Türkiye'yi yüz metrekarelik karelere bölüyorum. Her karenin ortasından iki kilometre derinliğinde sondaj yapıyorum. Bu yöntemle eğer Türkiye'de petrol varsa - ki var - kaçmaz; mutlaka bulunur!''
   ''Peki, Muciddin Abi, Türkiye böyle kaç kareye bölünür; toplam kaç kilometre uzunluğunda sondaj yapılması gerek; sondajın bir metresinin maliyeti nedir; bu iş için ne kadar para ve ne kadar zaman gerekir; sen bunları hesapladın mı?'' dedim.
   İşte burada Berber Lütfü bana şu tarihi cevabı verdi: ''Benden bu kadar beyim! Mühendis olan sensin. Artık bu kadarcık hesabı da sen yapıver!''
   Değerli okuyucular, sizin de gördüğünüz gibi; bir zamanlar Kilimli böyle eğlenceli ve güzel insanların yaşadığı mutlu bir kent idi. 
   Şimdi de inşallah öyledir!
 
 
   Not: ''Kent'' kelimesini yanlış kullandığımı düşünmeyin. Zamanın Türkiye'sinde Kilimli gerçekten her bakımdan birçok kentten daha kent idi!