Daha sevgili eli tutamadan eli nasır bağlayan filiz gibi delikanlılardık… Farklı dönemlerde de olsa EKİ’nin Çırak Kursu mezunuyduk hepimiz de… Tarih bizi Karayol Motor Atölyesi’nde buluşturmuştu… Eylül karanlığı ülkede kasırga gibi esse de “güneşli dünya” düşleriyle doluydu içimiz… Futbol tutkusu kadar, yüreğimizde, şiirsel hazlara da yer vardı… Bir araya geldiğimizde Ahmed Arif’ten, Hasan Hüseyin’den, Enver Gökçe’den, Ataol Behramoğlu’ndan ille de Nazım’dan şiirler okuyorduk… Sonraları Yarın, Bilim Sanat, Adam Sanat çıksa da, Cumhuriyet’le Zeynep Oral’lı Milliyet Sanat ortak tutkumuzdu…
 
EKİ’nin Zonguldak’ın tüm yollarını dolduran araçlarını tamir ediyorduk çalıştığımız atölyede…  Çırak Kursu’ndan elektrikçi olarak mezun olduktan sonra önce akücülük düştü payıma, daha sonra da oto elektrik işleri yapmaya başladım… Şarj dinamosu, marş motoru tamir ediyordum yani… O sıralar namım “Akücü Ahmet”ti… Gençlikten olacak yaptığımız ağır işler eğlence gibi geliyordu bize… Çok muziptik, çok da gülerdik birlikte… Sendikal mücadelenin de içinde olduğumuz gibi varlığı da, yokluğu da paylaşan cevahir yüreklerdik… İş saatleri dışında da süren arkadaşlığımıza 24 saat yetmiyordu neredeyse…
 
MAMAK CEZAEVİNDEKİ VAHŞET
1984 Mart’ında Çırak Kursu’nda da benden bir devre önde olan Metin’in (Genç) askerliği çıktı Kayseri’ye… Engin’le (Çöl) birliğine teslim etmeye karar verdik… Kayseri’ye direk araba olmadığı için Ankara’ya vardık önce… Rastladığımız ilk sinemada Doktor Jivago’nun gösterilmesi ne mutlu tesadüftü… Filmden yükselen “Enternasyonal Marşı” ile yüreklerimizi doldurup ertesi gün Metin’i birliğine teslim ettik… Engin’le tekrar Ankara’ya döndüğümüzde ilk olarak Zafer Çarşısı’nda aldık soluğu… Kitapevleri arasında büyülenmiş gibi dolaştık…
 
Plastik poşetler daha piyasaya çıkmadığından gittiğimiz her yere bin bir zahmetle taşıdığımız kucak dolusu kitapla çıktık Zafer Çarşısı’ndan… Acısı yüreğimizde çok taze olduğundan en çok Hasan Hüseyin kitabı vardı aralarında… Engin de aldı mı hatırlamıyorum şimdi, diğerlerinin yanı sıra Muzaffer Erdost’un “İlhan İlhan” kitabını almıştım bir de… Onur ve Sol Yayınları’nda yayımladığı kitaplarla hepimizin fikri oluşumunda emeği olan İlhan Erdost, eylül karanlığının, aramızdan kopardığı ilk isimlerden biriydi… Mamak Cezaevindeki o vahşet bambaşka bir acı olarak duruyordu içimde…
 
BANA “BİZİM ÇOCUKSUN” DEDİ, NASIL DA MUTLU OLDUM
Kitabı okuduğumda vücut kimyamın değiştiğini anımsıyorum… Çok gözyaşı döktüm… Cuntacılara zaten gökyüzüne çıkmış öfkem yüz, değil bin kat daha artarak kine dönüştü...  Alaz’ı, Türküler’i, Suları’yı, Barışta’yı orada tanıdım… O gün, bugün o ailenin bir ahbabı, yareni sayarım kendimi, nerede isimlerini duysam, “bizim çocuklar” derim… Küçücük yaşta babalarını kaybeden evlatlarına mı, yoksa yitirdiği karakaşlısına mı yanacağını şaşırmış Gül Erdost’un yaşadığı gelgitleri ruhumun en derininde hissettim… Kendi adına İlhan’ı da ekleyerek iki kişilik bir hayatı onurla yaşayan Muzaffer Erdost’un şiirleriyle yazıları ise kabuk bağlamayacak bir yara olarak kaldı derinlerimde…
 
Bir 2 Temmuz anmasında Muzaffer Erdost’u tanıma fırsatı da buldum… GMİS’te çok katılımlı, çok güzel bir söyleşi yaptık onunla… Sivas yangınını her boyutuyla ele aldığı o etkinlikte, fırsatım oldu uzun sohbetler yaptım… Ortak dostlardan konuştuk, şiirlerden, kitaplardan… Maden işçilerini sordu büyük bir merakla… Her şeyi konuştuk da dilim varıp İlhan’ı soramadım …  Küllemeye çalıştığı yarasını kanatmaktan korktum çünkü… “Bizim çocuk” dedi o gün bana, nasıl da mutlu oldum… Şimdi sonsuzluğun koynunda İlhan’la yan yana… Ama tıpkı onun gibi “Yaşıyor şimdi / Türküler'in dilinde / Alaz'ın bakışlarında /Gül'ün ağıtlarında…” En çok da her biri bir başka ışık olan binlerce sayfalık kitaplarda…