Bazı konularda aşırı hırs insana zarar veriyor.

Asırlık yerli ve milli ürünlerimiz varken gittik üç kuruş para uğruna hem kendimizi hem neslimizi heder ettik. Ninelerimizin çıkınındaki asırlık domates, biber, patlıcan ve daha nice doğal tohumlarımızın kıymetini bilemedik.

Şimdilerde yerli domates bulalım diye çarşı pazarlarda dört dönüyoruz ama ne yazık ki o eski aradığımız damak tadını bir türlü bulamıyoruz. Bulamayız da... Çünkü o bize yerli domates, pembe domates, hakiki köy biberi diye tezgahlarda sunulanlar, ninelerimizin çıkınındaki tohumlar değil artık.

Onlar, bizi sömüren (daha doğrusu bizi sömürmelerine izin verdiklerimiz) elin oğlunun bizim yerli ürünlerimizin kötü kopyasından ibaret sadece. Genetiğiyle oynanmış, tadı asla eskisinin yerini tutmayan, üstelik sağlık açısından da nasıl bir tesir bırakacağı belirsiz şeyleri evimize alarak kendimizi aldatmaya devam ediyoruz. Zamanında gıda, tarım ve hayvancılık sektörüne hor bakmamış olsaydık, kendi bindiğimiz dalı kesmemiş olacaktık!...

***

Bunların aşısına dünyanın parasını veriyoruz; yetmiyor verimli olsun, zararlı böceklerden korusun diye aynı el tarafından üretilen ilaç ve gübre parası ödeyip duruyoruz. Sonra da sağlıklı ve doğal besin yediğimizi zannediyoruz öyle mi?

Bu kadar körlük de akıllara zarar doğrusu!

Ama bizimkisi sıradan bir körlük değildi, para hırsının gözümüzü köreltmesiydi. Yoksa ninelerimizin çıkınındaki saklı hazineyi niye gör(e)meyelim ki...

Arpa, buğday, mısır, yulaf ve bil umum tahıl ürünü... Hani Anadolu, tahıl ambarıydı? Mercimek, nohut, kuru fasulye, barbunya ve tadına doyum olmayan çeşit ve tatta bil umum baklagillerimiz...

Domates, biber, patlıcan...

Sadece Barış Manço'nun şarkısında mı kalacaktı?

Doğal gıda ve sağlıklı yaşamın önemini, patır patır ölümler artınca mı anlayacaktık?

Ziraat ve tarım sektörünün sanayi ve teknoloji sektöründen daha kıymetli olduğunu, korona illeti çıkınca mı kavrayacaktık?

Ramazan ayına ekmeğe 50 kuruş gibi büyük zamla girdik. Neymiş unun fiyatı pahalıymış!

Eee üretelim kardeşim! Gurbet elde, elin kapısına dilencilik yapmaya gideceğimize, ormana dönen tarlalarımızı ekip biçelim. Ferdi Tayfur'un 1990'ların sonuna doğru çıkardığı "Haydi köyümüze geri dönelim, Fadime'nin düğününde halay çekelim" şarkısına kulak verelim.

Taa o zamanlardaki uyarıyı dikkate alabilseydik, bu denli zarar ziyandan vaziyeti kurtaracaktık belki de...

Zonguldak'ta bazı fırıncılar bir de utanmadan tanesi 4 TL olan bir pidenin gramajından çalıyorlar. Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Zonguldak'ta böyle de başka yerde böyleleri yok mu?

TOKAT GİBİ, MÜTHİŞ CEVAP...

Hal böyle olunca, bu denli fırsatçıları gördükçe, gel de Behlül Dana hazretlerinin o müthiş sözünü hatırlama!

Bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi.

Dönüp fırıncı ya sordu: “Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” dedi.

Behlül açıkladı:

"– Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış."

Bu başımıza gelenler, bu kıtlıklar, bu korona belası boşuna değil ya...

Kendi elimizle, kendi hırslarımızla yaptıklarımızın sonucunu yaşıyoruz bas baya...